Aslında kendisine hediye edilen el, göz, akıl, dil ve nihayet paha biçilmez şekilde donanımlı vücudunu kendine nispet ederek: "Benim olan şeyde, ben tasarruf ederim, Allah'a niçin satacakmışım ki?" mealindeki itirazları dile getiren, imam hatipli hafız bir kızımızdan bahsetmiştik bir yazımızda. Ailesi kızımızı, şaşkın ve çaresiz bir şekilde Nevzat Tarhan Hoca'ya getirmişler ve tavsiyesini almak istemişler. Yani gencimizin probleminin psikolojik bir travma olduğunu zannetmişler. Bunu, Nevzat Tarhan'ın bir konuşmasından öğrenince, eğer bu durum bir psikolojik tedavi gerektiriyorsa, derece derece hepimizin bu tedaviden geçmemiz gerekir, diye düşünmeden edemedim doğrusu.
Derece derece, dedim. Çünkü şu âlemde misafir edilen canlılardan, önce kendini; sonra da bu farkındalıkla Rabbini, yapanını, sanatkârını ve diğer varlıkları tanıması için insana verilen 'ene', yani 'ben' deme, sahiplenme duygusunu veriliş gayesi istikametinde kullanmada, derece derece de olsa sıkıntılarımız, biraz ağır olacak ama başta Rabbimize, sonra da birbirimize karşı nobranlıklarımız var.
Bu fakire göre, başta birbirimize karşı olan kaba ve itici olan ahlâkî zaaflarımızın temelinde, 'ene'nin veriliş gayesini tam anlayamama yattığı gibi; ibadetten ve nihayette felaketimizin başlangıcı olacak iman ve İslam'dan uzaklaşmamızın temelinde de bu mühim sırrı çözememe, layıkıyla derinine inememe yatıyor. Aklı şaşırtan ve kalbi bulanıklaştıran, Batı kaynaklı felsefî bakışlı kişisel gelişim kitaplarının da devamlı şişirilen egoların da altı boş gaz vermelerin de ene meselesinin yanlış ve eksik anlaşılmasındaki payını unutmayalım.
Başlığı verirken, Feridüddin-i Attar'dan nakil bir sırdan yola çıktık. Nakle göre, Cenab-ı Allah, Hazret-i Musa'ya, iblisten bir sır almasını tavsiye etmiş. Hazret-i Musa da iblis'i görünce ondan bir sır, bir nişane öğrenmek isteyince iblis de ona: "Ben deme, ben gibi olursun." tavsiyesinde bulunmuş. İblisin "Ben deme, ben gibi olursun." itirafı, yerine göre ben demenin acı, yıpratıcı, yıkıcı, bazen de geri dönülmez yolculukların başlangıcı olması yönüyle, çok düşündürücü değil mi?
Haklı da olsanız "Ben demeyiniz, biz deyiniz." ısrarlı tavsiyesi de bu 'ene' meselesinde, şeytanî taifeden uzak durmanın ve onların her meselede kendini belli eden enaniyetli duruşlarına benzememenin mühim olduğunu hatırlatmak; değil enaniyetli olmak, öyle görünmenin dahi zinhar sıkıntılı olduğunu ihtar içindir.
Geçenlerde, çok değerli Veysel Türk kardeşim, kısa bir yazısında anlatmıştı.Kendisine çok değer verip hürmetkâr da olan, dindar, hem de ileri derecede takvalı iki arkadaşının, enelerine ilişen bir ikazdan sonra, kendisinden nasıl uzaklaştıklarını üzüntüyle ve biraz da ibret olsun diye paylaşmıştı.
Bu fakirin de ene ile ilgili hatıraları var ama çok eskilere dayanan birini unutamam mesela. Şimdi önemli bir hastanede hekim olan bir kardeşle, bir derste beraberdik. Çay dağıtan bu kardeşimize, ismini de vererek "Bana da bir çay verir misin?" seslenmemize "Abi sen ne kadar bencisin?" cevabını vermişti. Bu cümle bizi alt üst etmeye yetmişti. Ama kendimizi dışa vuran tavırlarımıza ve iç âlemimize çekidüzen vermemize de vesile olmuştu.Çoğu zaman, sınandığımız en hassas noktalardan belki de en mühimlerinden biri de bu yönümüzdür
"İnsanlarda en tehlikeli ve zayıf damar enaniyettir." tespit cümlesi,enenin hizmete bakan ve tahrike de açık önemli bir cephesine işaret ediyor. Bu cepheden yaklaşarak, ehl-i imanın arasında önemli gedikleri açtıkları gibi, çoğu safi kalp zihinleri de bulandırıyorlar.
28.Lem'a'da geçen "Kârlı işlerde hasaret eder."sonuç cümlesi de var ki ahmaklığın başka bir şekline işaret ediyor. Mü'minin sabır ve şükür hâlinde, kârlı olmayan bir işi, işleyişi yok. Ama yaptıklarını, işlediklerini cam parçaları hükmündeki enaniyetine vesile edip enesini öne çıkarırsa, güzellikleri kendine nispet edip bağlarsa; bırak kârı, vesile ettiği nispette zarar bile edebilir. Bir dikkatle, çok kârlı olunabileceği gibi, zarara düşmek de mümkündür.
Son cümlede geçen 'dikkat'in altını, ilim, fikir, tefekkür, daha açığı eneyi iyi tanıma ile dolduramazsak; bu fakire göre, eneyi maddeci felsefenin elinden kurtaran, mahiyet ve vazifesini anlatan '30.Söz Ene Risalesini' etraflıca mütalaa edip âlemimize yerleştiremezsek, çoğu noktada yaya kalabiliriz. Ve yukarıda Veysel Bey'in bahse konu ettiği bazı noktalardaki şeklî kameti taşıyamayan arkadaşlar gibi, mübtedi ve itici hâllerimiz bizden eksik olmaz.
Eneyi; mahiyet ve veriliş maksadını çözemeyen ve yerli yerine yerleştiremeyen zihin, hareketlerinde ve kelâmında da kendini belli eder. Mahiyeti tam bilinmeyince ene, gizliden gizliye insanın mahiyetine yayılır. Sathi ve ülfetli bakışlarımız onu büyütür, neticede ene,bizi sarar sarmalar. Onun menfi tahribatından kurtulmak zorlaşır.
"Ben" demek, 'sen' diyebilmek içindir. 'Ben' kelâmı sayesinde, kendisinden haberi olan insan, bu sayede diğer varlıklardan da haberdar olmuş olur. Bu sefer 'benim elim, ayağım, gözüm' demeye başlar. Peki, göz, el hakikatte senin mi? Hayır. Sana, bunlara 'benimdir' deme hürriyeti veren Allah, bu sayede, önce seni, senden haberdar ederek, varlığın, sahip ve mâlik olmanın ne olduğunu sana kavratıyor.
Ene anahtarı ile vücut ülkesine girip mâlikiyeti anlayan insanın imtihanı da burada başlıyor işte. Kendini gerçek mâlik saymaya, yani "haddizatında bir hava, bir buharken, verilen ehemmiyete göre, mâyi hâline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyanla öyle kalınlaşır ki sahibini yutar."
Üstadın "eneye verilen ehemmiyet" dediği, işte enenin Mâlik-i Hâkikiye uzanan, O'nun varlık ve birliğini bilmeye bakan asıl yönünü unutup insanın kendini hakikî mâlik zannetmesi ve 'ben ben' deyip bir türlü 'sen sen' diyememe hâlidir. Enenin firavunluk cephesi de budur. Çünkü firavun da 'ben ben' demiş; ama bu benliğini bir türlü onu Mâlik-i Hâkikiye götürmeye başlangıç olabilecek 'sen' hitabına çevirememişti. Böylece dalâlet vadelerinde boğulup gitmişti.
Evet dostlar, şeytan enenin gagasıyla koca koca beyinleri parçaladığı gibi, bizi de oyuncağı hâline çevirebilir. Biz ancak, dirayet ve gayretimiz ile eneye binip ubudiyet semasında ilerleyebiliriz.
Selam ve dua ile.