Uçsuz bucaksız bozkırın dar ve tozlu yolunda boğazın gıcık tutmuş sesiyle yol alıyoruz; (üç kişiyiz) 70 model, alev kırmızısı opelin altından üstünden kayan kayalar ve titreyen etlerimizin boşluğunda dalgalanan konuşmalar kimin kulağında ıslanıyorsa cevabı aynı frekansla anlamsız, belirsiz, gayesiz sözcüklere yükleyip geri yolluyor; konuştuğumuz dil tabiatın dili, her nefeste bozulan sözler, lehçeler, ağızlar, bozkırın boğazı yakan, dili boğaza sürtüp genizden soluyan sözcükler, tozun, kirin, altından etleri zıplatan kayanın, rüzgarın, sesin renk verdiği, şekil verdiği bozkır doğasının kuru dili; külüstür, alev kırmızısı aracın ağzından burnundan akıtılan birbirini anlamayan, ancak anlaşan, süregelen, aslında monologlarla yürek yakan...
Bir fren sesiyle, epey sonra daha da dar bir yola giriyoruz. Kıvrılıp giderek, kısa süre sonra devasa bir köşkün önünde duruyoruz.
Bahçesinde güllerin, çimenlerin boy attığı, havuzunda balıkların oynaştığı, kırmızı çatısı altında ahşap merdivenlerin azametle karşıladığı, güzel, hayret verici bir yer burası. Park etmiş araçlar, bahçesindeki ağaç masada alabalık yiyen çiftler; karayağız bozkır delikanlısının yanında başak sarısı bir rus kızı, gülüşmeler, şehvetli bakışlar arasından geçip uzun merdivenleri tırmanıyoruz.
Bizi, elinde iki kocaman alabalıkla Hacı karşılıyor, hoş geldiniz derken, alabalıkları hemen elinden alıyorlar, elimizi sıkıyor.. altmış yaşlarında, beyefendi, nazik, güleryüzlü, mütevazi, sakin tavırlı. Merdivenlerin sonunda uzun bir salon açılıyor, masalar, insanlar, kahkahalar; karayağız bozkır yiğitleri, takım elbiseli, kravatlı, ince bıyıklı beyefendiler, başak sarısı, beyaz etli, balık bakışlı, soluk benizli rus kızları, ortada karışık diller, bedenin ateşli sözcüklerini harlıyorlar.
Bir süre sonra Hacı da bize katılıyor, oğlunu tanıştırıyor, esmer, iri yarı, elleri bağlı karşımızda ezik bir edayla hoş geldiniz diyor; Hacı masayı donatın diyor, beyefendiler benim misafirim, oğlu eğik başıyla geri çekiliyor.
Biraz sonra kuş sütü eksik masa donatılıyor, ben alkol almıyorum diyorum, diğer arkadaşlar rakı içeriz diyorlar, Hacı ben de kullanmam diyor. Arkada yüksek kahkahaların olduğu tarafa baktığımı görünce karşılıklı gülümsüyoruz, hacı, hayat biraz da böyledir diyor. O sırada 4-5 yaşlarında ikiz erkek çocukları geliyor, Hacı’nın kucağına atlıyorlar, sonra koşarak uzaklaşıyorlar, torunlarım diyor, oğlumun.
Masadakiler aşktan bahsediyorlar, ben aşkı yalnız yaşarım diyorum, iki kişinin arasına sıkışmalı diyorum. Hacı, telefonundan bir resim gösteriyor, yirmi yaşlarında esmer güzeli bir kız, benim sevgilim diyor, şehirde, meslek yüksek okulunda okuyor, seviyorum onu, her hafta sonu yanına giderim, bunu sadece ikimiz biliyorduk, artık sen de biliyorsun.
Balıklar, ardından etler gelince yemeğe koyuluyoruz, hacı, sakince anlatmaya başlıyor, İstanbul’u, oradaki yıllarını. İstanbul ortak aşkımız oluyor; Boğaziçi, sonra Kapalıçarşı, ticaret yaptığı günleri anlatıyor. Buradan mal götürüyordum diyor, ortağımla karşılıklı gidip gelirdik, başta çok iyi para kazandık, boğazda bir ev aldım, yatım, katım oldu, sonra işler bozuldu, insanlar bozuldu, ortam bozuldu. Babam sırtında yüküyle şehre mal taşırdı, ben İstanbul’a kamyonlarla mal taşıdım, sonunda babam burada öldü, ben de şimdi buradayım, yaşıyorum. Şükür, elimde bu köşk kaldı, dostlarım var, güzel kızlarım var, beni seviyorlar, ben de onları seviyorum. İş çevresinde, memur kesimde, siyasette birçok ahbabım var, sağ olsunlar, gelirler, eğlenirler, yer içerler, gönülleri hoş olarak giderler.. aşk satarım, anlık sevgiler sunarım, kapanmış yüreklere, beyaz inci tanesi koyarım. Burada her şey güzeldir, uyanınca baş ağrısı, hüzün, pişmanlık yapışırsa da çabuk atlatırlar, tekrar isterler, tekrar gelirler, umut, sevgi benim pazarımda olan şeyledir diyor.
Sonra, derin bir iç çekiyor. Ben şefkatin süt kokusunu andıran lezzetini aradım beyim diyor, annem beni doğururken ölmüştü, ben anne sütünü bilmem. Emdiğim göğüslerin, özümdeki sütün kokusunu vereceğini düşündüm hep; yıllarca annemin mezarına gidip, hatırasını kazdım, kazdıkça özüme, ağzımı dayayacağım annemin kokusuna yaklaşmayı umarak, her kadından mezarına, arzın merkezine ulaşmayı bekleyerek kazdım durdum. Sonunda ulaştığımı sandığım yerden kızgın ateşler çıkıp yüreğime girdi; çıkamıyorum, cehennem benim içimdedir. Biliyorum bir gün öleceğim, içimdeki cehennem tüm vücuduma yayılacak, etrafa saçılacak, beni, ailemi, torunlarımı, dostlarımı alıp götürecek, yakacak. Sonuç, beyim, sonuçta yanık bir süt kokusu kalacak.
Balıktan son bir lokma alıp doğruluyorum. Masadakiler, bu ne acele der gibi yüzüme bakıyorlar. Hacının gözlerine uzunca bakıyorum. Bu kızlar, senin malın değil Hacı diyorum, çoğunun çalışma izni yok, annelerinin yüreklerinden söküp getirdiğin bu kızlar, senin derdinin çaresi değil. Ellerinden pasaportlarını alıp, zorla çalıştırdığın bu insanlar seni sevmiyorlar, incecik, süt beyazı, gülen bu gözler, senin aradığın değil; işte en son yaşanan olay, zavallı bir kız senin yüzünden intihar etti, daha fazla dayanamadı. Bu insanlar senden kurtulmanın yolunu arıyorlar hacı, senin sütü bozan sıcaklığını istemiyorlar. Hakkında tutuklama kararı var, biliyorsun; kaçmanın yararı yok, gerçeğe teslim olmalısın. Seni alacaklar, dışarıda bekliyorlar diyorum.
Peki beyim diyor, kısık bir sesle, zavallı, küçük bir çocuk gibi omzuma hafifçe dokunarak.