Her nefes alış-verişimizde binlerce lisanla şükretsek yine azdır. Öylesine büyük ve umûmî ni’metlere mazhar kılınmışız ki, bir an mahrum kaldığımızı düşünmeye bile tahammülümüz yoktur.
Bir Kurban bayramını daha geride bıraktık. İslâm âleminden semâvâta yükselen Tekbir sesleri, Arafattakilerle buluştu, hava zerreleriyle konuştu, ümmetin ruh ve gönüllerinde gerçek mânasına kavuştu.
Bizleri geçmişten geleceğe bu nûrânî atmosferde yoğuran, şuur ve idrakimize bu mânaları bahşeden yüce Rabbimize zerrât adedince hamd ve şükürler olsun.
Geriye dönüp baktığımızda hâfızalarımız yeniden tazeleniyor…
Yıl 1966... Gençlik çağının tehlikeli basamaklarından çıkarken etrafımız bin bir türlü tehlikelerle sarılmış… Aileden aldığımız dinî ve ahlâkî terbiyede mükemmel olmamıza, hafızlık gibi az kişiye nasip olan İlâhî nimete erişmemize rağmen; nefis ve şeytanın her an başımıza çevireceği tuzak ve hilelerle karşı karşıya bulunmaktaydık.
İmam-Hatip kervanında yerimizi almış, gururla ve güvenle gurbet diyarında din tahsili almanın hazzını yaşıyordum.
Bu yeterli bir güvence miydi gelecek hayatımız için? Gün günü kovalıyor, gençlik hevesâtı dişini göstermeye başlıyordu! Müthiş bir sıkıntı ve arada sıkışmışlığın verdiği ruh haleti içerisinde bocalamaya başlamıştım bile…
Bir yanda gurbet, bir yanda nefsini tatmine yol arayan bir arkadaş grubunun psikolojik etkisine maruz kalmışken, okulumuzun bodrum katında kitap okumaya davet edildim. Urfalı Halil kardeşin tatlı üslubuyla okuduğu Birinci Söz, ruhumda şimşekler çakmış, teselli ve umut tebessümleri yüzümü sarmıştı. Elimde artık NUR vardı, narımı söndürecek… Üç-beş gün derken nur sohbetlerine dâvet edilmem, nur eşiğine baş koymamın mîlâdı olmuştu.
Yırtıcı canavarların rüyalarımın kâbusu haline dönüştüğü karanlık gecelerin bağrından fışkıran nur yüzlü bir zatın himmet ve izn-i İlâhî ile muhâfazası altında üzerime örtülen cüppenin; hayatımı, dahası bir ailenin zincirleme hayatını ve dindar olmasına rağmen bakış açısını değiştireceği hususunda ne bilgim ve ne de dahlim yoktu. Kader rahmet esintilerini üzerimize yönlendirmişti artık. Kur’ânın asrımızdaki sağlam ipini elimize tutuşturmuş, O “hablü’l-metine” yapışmamızı emretmişti. Başımıza tali’lerin en güzeli doğmuş, mülâyemetle konmuştu… Hayatım yed-i kudretinde olan Cenâb-ı Hak, lutuf ve kereminden ayaklarımı bir yere doğru sürüklüyordu…
O mekânın bir nur menzili, bir Kur’ân rahlesi, cânanların sohbet sofrası olduğunu bilmeden rotamın programlandığını ve sevk edildiğimi bilmeden haşyet ve merak ile nûrânî bir zâtın karşısında buldum kendimi… Aman Allahım! Bu zat, rüyamda üzerime cüppesini örterek canavarlardan beni koruyan zâttı. Evet, evet…Tâ kendisiydi. Bediüzzaman Hazretlerinin birinci ve has talebesi Emekli Albay Hacı Hulûsî Yahyagil, karşımızda tebessümle mukabele ediyordu.
Başta “Mektûbat” isimli eser olmak üzere birçok eserler, merhûm Hulûsî Bey’in sorularına cevap olmak üzere te’lîf edilmiştir.
Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve Şâh-ı Nakşibend (Kaddesallahu esrârehum) gibi nice zevât-ı mübârekenin işâret ve tebşîrlerine mazhar olmuş böyle bir şahsiyeti gereği gibi anlayamadık maalesef… Kıymetini zamanında bilemedik.
Onu birinci sıraya koyan Üstad’ın (ra) Onunla alakalı pek çok ifadeleri mevcuttur:
“…Ve vefatımdan sonra sadakatli vârisim, birâderzâdem…” (Mektûbât)
“Cemâata Sözleri okumak zamanında sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki:
Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makam-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı kur’ân Said’in vekili, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.” (Barla Lâhikası)
Gördüğü bir rüya üzerine cevâben şöyle buyurur Üstad:
“…Onuncu safta iken, imâmetin çok mânidârdır. İnşâallah, Cenâb-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmamlık mertebesine mazhar eder…” (Barla Lâhikası) gibi pek çok itlifât-ı Üstâdânelerine mazhar olmuş mübârek bir şahsiyettir.
Derslerine mutlaka “besmele, hamdele ve salvele” ile başlardı. Dersin başında okuduğu bir salavât-ı şerîfe vardı, onu okurdu.
Ders esnasında Kur’ân, Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh kitabı bulundurarak, duruma göre birkaç âyet meâli ve tefsîri, hadîs meâli okur veya okuturdu. Bazen de ihtiyaca ve yerine göre fıkhî meseleler üzerinde dururdu. Daha sonra Risale-i Nur’dan ders verirdi. Derslerinin başında çoğunlukla hadîs okumasının sebebini ise şöyle açıklardı: “Bu sâyede Resûl-i Ekrem (asm), sahâbe-i güzîn (r.anhüm), evliyâ ve asfiyâ (kaddesallahu esrârehüm)’ün rûhâniyetlerinin bu meclisten haberdâr ve feyze medâr olmalarını temenni etmek…”
Elli yılı aşkın bir hizmet dönemini bihakkın doya doya yaşayan Hacı Hulûsî Ağabey’in Ulûm-i Kur’âniyye’ye dâir deryâmisâl mâlûmata sahip olduğu ehlince bilinmektedir.
Derslerinde not tutulmasını tavsiye ederdi. Teberrüken o notlardan ve kayıtlardan sadece bir kaçını birlikte paylaşalım:
“Üstad bana şöyle dedi: ‘Sen tek kaldığın zaman ezân oku. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın cünûdu çoktur. Elbette seni dinlettirir.’ Nerede olursak olalım, ezânı ihmal etmeyelim.”
“Siyâsete bulaşan mutlaka bir yere iltihak edecek. Bu işlerin hiç birine karışmamak lâzım. Çünkü münakaşaya yol açar… Risale-i Nur talebesi siyâsete karışmaz, dînini siyâsete âlet etmez, siyâsetle uğraşmaz. Evet, herkesin bir siyâsî görüşü olabilir. Amma, buraya siyâset girmez ve giremez…”
“Ne mutlu Kur’âna hizmetkâr olana; Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna götürecek bu derslerle iştigal edene…”
“Kerâmetin en aşağı derecesi, kabirdekilerin hâllerini müşâhede etmektir. Fakat biz kerâmete tâlib değiliz.”
“…Afyon’da Tınaz tepesi denilen yer Yunanlıların elinde idi. ‘Türkler bu tepeyi ancak altı ayda alabilirler’ diyorlardı. Komutanlar bir araya geldi, kararnâme hazırlıyorlardı… Sadece 1. Maddesini söyleyeceğim: İslâm ordusu, subaylar, erler, bütün zâbitân harbe abdestli olarak katılacak. Eğer su bulamazsa teyemmüm edecek… O tepeyi İslâm ordusu Allahu Ekber nidâlarıyla iki saatte işgal etti. Yunanlılar hayretle karşıladılar…”
Rûhu şâd olsun. Allah (cc) bizleri şefâatlerine erdirsin. Âmîn…