İnsanoğlunun et, kemik, kan gibi sadece maddî özelliği olan bir mahlûk olmadığını hepimiz biliyoruz. İnsanın maddî yapısının yanında, birde ruh, akıl, hafıza, zekâ, huy vs. gibi birçok manevî latifeleri de, duyguları da vardır.
Bu latifeler, insanın maddî yapılarından en az 1000 misli daha kıymetlidir. Misâl verecek olursak, akılsız bir insanın bütün uzuvları tam olsa bile, o şahsın ne kadar eksik ve noksan olacağını biliyoruz. Ruhsuz bir insan ise ölüdür.
İnsanı maddî olarak adeta yeryüzünün bir özeti, bir fihristi olarak yaratan Cenab-ı Hak, onu yani insanı manevî âlemlerden de küçük örneklerle donatmıştır.
Meselâ insanın ruhu, ruhlar âleminden, hayal hissi misâl aleminden haber vermekte, hafızası, yani gördüğünü ve işittiğini hatırlaması da, levh-i mahfuz dediğimiz Cenab-ı Allah’ın indindeki büyük muhafaza yerini hatırlatmaktadır.
Bunlardan başka insan, şefkat, sevgi, ebedî yaşama arzusu gibi manevî hislerle donatılmış, neticede bu geniş hissiyatlarından dolayıdır ki, ihtiyaçları ebede kadar uzanmıştır. İnsanoğlu bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da istemektedir. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu etmektedir.
Öyle ise ey insan, seni yapan ve yaratan ancak o Zat olabilir ki, dünya ve ahiret O’nun için birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden Cenab-ı Hak olabilir. Öyle ise insanın ihtiyaçlarını yerine getirecek, arz ve semaya hükmeden, dünya ve ahiret kendisi için birer menzil olan Cenab-ı Hak olabilir, başkası olamaz.