İnsan haklarının başında yaşama hakkı dediğimiz “Hayat hakkı” gelir. Bütün haklar buna bağlıdır. Hayat hakkı insana yüce yaratıcı tarafından verilmiştir. Dolayısıyla kimsenin kimseye lütfu değildir. Hayatı veren onu devam ettirecek şartları da yaratmış ve insanın hizmetine vermiştir. İnsanın görevi yaratıcının kendisine “emanet” ettiği hayatı korumaktır.
İnsan ile hayat hakkı arasında sabit ve daim bir ihtisas vardır. İnsan Allah'ın kendisine emanet olarak verdiği kendi zatını/nefsini ve hayatını korumakla mükelleftir; başkalarının da bu hakka saygı duyması vazifesidir. Hukukun amacı hayatı her türlü olumsuz dış etkenlerden muhafaza ederek “hayat hakkının” gereğini, yani hayatta bulunan kabiliyet ve istidatların fonksiyonlarını icra etmelerine imkân vermek ve zemin hazırlamaktır.
Hayat hakkı üç temel hakkı beraberinde getirir. Birincisi hayatın korunması, ikincisi hürriyet, üçüncüsü de mülkiyet hakkıdır. İslam fıkhında hayatın korunması “ismet hakkı” olarak geçmektedir. İnsan yaşamak için doğar. Bu “hürriyet” hakkını beraberinde getirir. Hürriyet ise beraberinde mülkiyet hakkını getirir. İnsanın maddi ve manevi hürriyeti “iradenin kullanımına” ve başkasına muhtaç olmayacak şekilde yaşamasına bağlıdır. Bu da “mülkiyet hakkını” gerekli kılar. Bu temel haklar mahiyeti insaniyenin muktezasıdır. Yani insanlığın gereğidir. Bu haklar insanlara ne bir hükümet ve ne de bir cemiyet tarafından verilmiş değildir. Cemiyetin ve hükümetin görevi insanın insan haysiyet ve şerefine yakışır bir şekilde yaşayabilmesi için bu temel hakları her türlü tecavüzden korumaktır.
Yüce Allah “Emanet” olarak (Ahzab, 33:72) insana “Hayat ve Hürriyet” vermiştir ve insandan bunu korumasını istemektedir. Emanet ise bütün hukukçuların ittifakla belirttiği gibi, hukuk, adalet ve hürriyettir. (Remzi Balkanlı, İslam Hukukunun Umumi Esasları, 1973-Ankara, s. 30)
Ferdî hürriyeti esas alan batılı hukukçular hürriyeti ve mülkiyeti mutlak olarak kabul ederek hürriyetin ve mülkiyetin kullanımına sınır koymazlarken İslam hukukçuları hakların “emanet” olmasını dikkate alarak insana hayatını, hürriyetini ve mülkiyetini istediği gibi kullanma hakkı vermemektedir. “Emanetler mal sahibinin rızası istikametinde kullanılmalıdır” diyorlar. Mal sahibi ise Allah’tır. Öyle ise “intihar” yasaktır ve insan hayatına istediği anda son veremez. “İsraf” yasaktır; malını boş yere itlaf edemez, şerde, kendisine ve başkasına zarar verecek davranışlarda bulunamaz. Sonuçta batılı hukukçular da “başkasına zarara vermemek şartını” koymak durumunda kalmışlardır. Çünkü derler her insanın yaşama ve mülk edinme hürriyeti vardır. İnsanların istekleri sınırsızdır; ama mal ve imkânlar sınırlıdır. Öyle ise “adalet” ve “hakkaniyet” ölçülerine göre hareket etme zarureti vardır.
İslam hukukunda insanın başkasının hak ve hürriyetine riayet etmesi kendisi açısından Allah'a karşı sorumluluğudur. Hiç kimse bir başkasının hak ve hürriyetine müdahale yetkisini kendisinde bulamaz; aynı zamanda kendi hürriyetini ve haklarını da su-i istimal ederek kötüye kullanamaz. Yine hiç kimse başkasının malını haksız yere alamaz ve temellük hakkını da su-i istimal edemez. İsraf haramdır. Hiç kimse servetini kumar ve sefahat yolunda sarf edemez; buna hakkı yoktur. Bu dinen “haram” yani yasak olduğu gibi hukuki olarak şahıs hakkında “sefahetine” hükmedilerek malı hacr olunur ve malında tasarrufundan men edilir, yani malına ipotek konur.
Modern hukukta temel haklardan “hayat, hürriyet ve mülkiyet” hakkının iki yönü vardır. Birincisi, şahsın kendisine bakan yönü, ikincisi ise kamuya bakan yönü. Hak ve hürriyetler şahsı korumayı amaçlarken diğer taraftan kamuyu da korumayı amaçlar. Dolayısıyla kişi hakkından vaz geçse hâkim “kamu adına dava” açarak kamunun hakkını korumaya devam eder. İslam hukukunda ise temel hakların bu ikisine ilaveten bir üçüncü yönü daha vardır ki o da “yaratıcıya” yani, hayatı kendisine veren “Allah'a” karşı sorumlu olmasıdır. Zira bütün bunlar “emanettir.” Emanet ise mal sahibinin rızası doğrultusunda korunmak ve kullanılmak iktiza eder. Bu ise “uhrevi sorumluluğu” beraberinde getirir. Yani kişi başkasına ve kamuya da zarar vermese “kendisine zarar verdiği” ve “emanet sahibinin rızasını gözetmediği” için kendisini vicdanen ve uhrevi olarak sorumluluktan kurtaramaz. Dolayısıyla akla zarar olan “içkiyi içerek” kendisini sarhoş edemez. Yani buna hakkı yoktur. İşlediği zaman başkasına zarar vermese de, kamuya bir zararı olmasa da kendisine zarar verdiği, hayat ve hürriyet hakkını su-i istimal ettiği, aklı uyuşturduğu ve faaliyetine son verdiği ve malını israf ederek haramda kullandığı için sorumludur.
Sonuç olarak, İslam hukuku insanın fiillerinden doğan tüm hayırlı faaliyetlere “Amel-i Salih” olarak bakar. Salih amel, maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemek ve hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir. (Mesnevi Nuriye, 1994, s,98)
Bu konuya devam edeceğiz…