Hz. Peygamberin (sav) insanlığa getirmiş olduğu hakikatlerin tümüne birden verilen isimdir. Mutasavvıflar ise peygamberimizin (sav) şeriatın zahirini ifade eden hakikatleri ve oluşturduğu manevi şahsiyeti bâtında aramışlar ve gizemli bir suret vermişlerdir.
Yüce Allah mahlûkatı yaratmadan önce “Hakikat-i Muhammediye” denilen İslam Şeriatının esaslarını yaratmış ve bütün varlıkları bu hakikatleri ifade eder ve kabul edebilir kabiliyette yaratmıştır. Âlemin yaratılmasının amacı ve sebebi bu hakikatlerdir.
Hakikat-i Muhammediye peygamberimizin (sav) manevi şahsiyetini ifade etmek için kullanılan bir deyimdir. Bu tabiri ilk kullanan Sehl b. Abdullah Tüsterî’dir. (v.283/896) Sel b. Abdullah (ks) ilk olarak yüce Allah’ın Hz. Muhammed’in manevi şahsiyeti olan “hakikat-i Muhammediyeyi” kendi nurundan yarattığını ifade etmiştir. Bu görüşü Muhiddin-i Arabî ve Abdülkerim El-Cilî tarafından en güzel bir şekilde açıklanmış ve yorumlanmıştır. Muhiddin-i Arabi, Füsûs-u Hikem isimli eserinde “Hakikat-i Muhammediye Vücûd-u Mutlakın taayyün ettiği ilk mertebe olarak açıklanmış ve ehadiyet-i ilahiye bu taayyün ile vâhidiyete dönüşmüştür” demektedir.
Yüce Allah “Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2:164; Hâkim, El-Müstedrek, 2:615) buyurmuştur. Peygamberimiz (sav) “Allah ilk olarak benim nurumu yarattı. Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim” (Tirmizi, Menâkıb, 1; Müsned-i Ahmed, 4:66; 5:379; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:265; Abdul-Kerim Cilî, İnsan-ı Kâmil, 2:37) hadisleri ile bunu ifade etmiştir.
Mevlâna Celaleddin-i Rumî de hakikat-i Muhammediyeyi anlattıktan sonra Hz. Peygamberin (sav) Cebrail (as) karşısındaki büyüklüğünü anlatmak için “Şayet Ahmed ulu kanatlarını açmış olsaydı Cebrail ebede kadar dehşet içinde kalırdı” demektedir. (Mesnevî, 4:817) Yüce Allah’ın “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim, kâinatı yarattım” (Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü'l-Merfûa’, s. 273)
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Hakikiat-i Muhammediye” gerçeğini izah ederken Kur’ân-ı Kerimin zat-ı Ahmediyeye verdiği yüksek makama dikkatimizi çeker ve İmanın dört rüknü olan peygamberlere, kitaplara, meleklere ve ahrete imanın ancak O’nun zatından tezahür ettiğine işaret eder. Bu sebeple iman “Lâ ilâhe İllallah” hakikatinin ancak “Muhammed Resulullah” gerçeği ile anlaşılacağından dolayı her iki kelamın birbirine denk tutulduğunu ifade eder. İmanın ancak her ikisine birden iman ile makbul olduğunu ifade eder. (Sözler, 2004, s. 745) Bu sebeple risalet-i Muhammediye (sav) kâinatın en büyük hakikati ve zât-ı Ahmediye (sav) bütün mahlûkatın en eşrefidir. Hakikat-i Muhammediye (as) ise külli şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kutsisidir ki iki cihanın parlak bir güneşidir.
Bu hakikatin en büyük delili de “Sebep olan yapan ve işleyen gibidir” hakikati gereği peygamberimizin (sav) manevi makamının ve küllî sevabının ümmetinin işlediği sevaplarla devamlı olarak arttığı ve makamının yükselmeye devam ettiği gerçeğidir ki milyonlarla ümmeti her gün ona selat-ü selam getirmekle ve manevi kazançlarını bağışlamakla bunu ispat etmektedir. (Age, 745)
Peygamberimizin insanlığa getirdiği hakikatlerle insanlık manevi karanlıklardan ve zulmetlerden kurtularak imanın nuruna çıkmaktadır. Sadece Allah’a ve ahrete iman ile insanlık ebediyen yok olmak korkusundan kurtularak ebedî saadete ve cennete ulaşma imkânına kavuşmaktadır ki bu hakikat dahi hakikat-i Muhammediyenin ne derece hak ve insanlığa lazım olduğunu ispata kâfidir. (Sözler, 748)
Bediüzzaman yine “hakikat-i Muhammediye”nin şahsiyet-i maneviye olarak Hz. Ali (ra) ile ve âl-i beyt ile devam ettiğine dikkatimizi çeker. (Lem’alar, 2005, s.47, 50, 86) Peygamberimiz (sav) bu gerçeği de “Her nebinin nesli kendindendir, benim neslim Ali’nin neslidir” (Tirmizi, Menâkıb, 19) hadisi ile ifade eder. Çünkü dinin hameleleri, muhafızları, istikametinin muhafaza edenler ve ümmete istikamet gösterenler daima ehl-i beytin vereseleri olmuştur ki onların son temsilcisi Bediüzzaman Said Nursi’dir. (ra)
Bediüzzaman’ın neşrettiği iman hakikatleri ile imanın muhafazası, anlaşılması ve kuvvetlenmesine ne derece hizmet ettiği ve şeriat-ı Muhammediyeyi her nevi hücumlardan koruduğu ve hakkaniyetini ispat ettiği ortadadır. Risale-i nur eserlerini okuyanlar bu gerçeği görürler. Bu sebepledir ki hakikat-i Muhammediyenin bu zamandaki temsilcisi Risale-i Nurlardır.