Beklentilerimize, yani heva ve hevesimize münasip düşünce hakikati söylemek, yazmak ve hatta haykırmak ama tersi olunca hakikati gizlemek, üstünü örtmek ve görmezlikten gelmek. Bu, hakikate yapılabilecek en büyük haksızlık ve hürmetsizliktir.
Hakikati bulanların aramaya ve düşünmeye ne ihtiyacı var? Düşünmek tereddüttür, şüphedir; imanla inkar arasında bocalayıştır. Hakikat denilen nazenin izafi bir şey. Tuhaftır, mutlak hakikat iddiasında bulunan tek varlık insan. Halbuki insan demek, bir kelimeyle izafiyet demek.
Hakikatin sadece bize görünen cephesine bakarak hakikat hakkında mutlak tariflere ve kanaatlere ulaşabilir miyiz? Ulaşılan veya ulaşıldığı sanılan bu mutlak tarifler ve kanaatler bile izafilik ile kuşatılmış olan biz insanlar tarafından yapılmıyor mu?
Biz Müslümanlara göre ateizm veya deizmden İslam’a geçen biri mutlak hakikati bulmuştur; lakin İslam’dan ateizm veya deizme geçen biri mutlak hakikati ‘mutlak’ şekilde yitirmiştir. Ateist ve deistlere göre ise vaziyet bunun tam aksi.
Üzerinde bir ömür boyu ciddiyetle durulması elzem olan hayati soru şu: Hangisinin durduğu veya baktığı yer sâhih ve sâdık? Müslüman’ın mı, ateist veya deistin mi? Üzerinde bir ömür boyu ciddiyetle kafa yorsak dahi bu suale bundan başka makul ve mukni bir cevap bulamayız:
Müslüman’a göre Müslüman’ın, ateist ve deistlere göre kendilerinin durduğu veya baktığı yer sâhih ve sâdık. “Göre” kaydını düşmeden mutlak bir tarife girişmek ve mutlak bir kanaate ulaşmak insan takatinin fevkindedir çünkü. Bu kaydı kullandıktan sonra izafiliği meccanen ve mecburen kabul etmiş oluyoruz.
Bu açıdan dinler, ideolojiler, mezhepler, meşrepler insan prizmasından geçtikleri, yani insan unsuruna göre şekillendikleri için izafilik yazgısından kurtulamazlar. Bizim “imtihan dünyasının gereği” tarzındaki Müslümanca açıklamalarımız bile izafiliğin yalçın kayasına çarpmaya mahkum.
Bir yazgı olan izafiliği (eşyanın tabiatına muhalif olarak) çoğu zaman romantik bir tercih olan mutlakın yerine ikame etmeye kalkışmanın neticesi kaos ve anarşizm oluyor genellikle. Bu derdin bizce tek dermanı beşer icadı olan amma naslara da muhalif olmayan “demokratik çoğulculuk” ilkesini benimsemek, kökleştirmek ve mümkünse yasalaştırmak. Bunun için her din ve ideoloji mensubu kendi dinindeki ve ideolojisindeki zaruri olmayan bazı umdelerden kısmen ve belki geçici olarak feragat etmek zorunda.
Mesela çağdaş/modern dünya İslam’ın sosyal ve siyasal bazı ahkamının tatbik edilmesine na-müsait ve elverişsiz. Bunun çaresi o ahkamı “tarihselcilik” parantezi ile çağdışı ilan etmek ve tarihe gömmek değil, onun evrenselliğini/ geçerliliğini/ bağlayıcılığını mutmain bir vicdanla kabul etmek ve fakat çağdaş/modern dünyanın buna henüz uygun ve muntazır olmadığını itiraf etmekten ibarettir.
Modern dünyanın meydan okuyuşlarına karşı İslam’ın cevabı vardır ve tamdır ama şimdilik bu cevabını yüksek bir eda ile temsil edebilme ve bu hususta muhaliflerini ikna edebilme kabiliyetinden yoksundur İslam dünyası.