Hakikat, sadece aklımızla bulabileceğimizden çok daha fazlasıyla, Allah Resulü ve Son Peygamber Hz. Muhammed'in (asm) bize tebliğ ettikleridir.
Bizim için hakikatin iki esas kaynağı, Kur’an ve Hadis’tir. Bu iki esas kaynağa kısaca "nakil" de denilir.
İnsanların hakikati anlayabilmeleri için hem akıla hem de "nakil"e ihtiyaçları vardır. Akıl olmazsa "nakil" anlaşılamaz. "Nakil" olmazsa, insan aklını iyi kullanmakla ancak Allah’ın varlığı ve birliği hakikatine hükmedebilir. Dünyaya gelişinin, yaşamasının ve ölmesinin hikmetlerini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu, Allah’ın sıfat ve isimlerini yalnız aklını kullanarak, "nakil" olmadan öğrenemez. Bunun için "İslâmiyet akıl dinidir" denilmiştir; yoksa, İslamiyet herkesin inanış ve yaşayışını nefsine hoş gelecek bir tarzda kendi aklına göre düzenleyebileceği manasında kat'iyyen değildir!
* * *
Hakikati bulabilmek için lüzumlu olan ilk şey: Hakikati bulmaya samimî istek göstermektir. "İsteyene verilir; arayan bulur, kapıyı çalana açılır.." Onu iyi kullanabilse, akıl insana hakikati anlayabilmekte bir araç olabilir.
* * *
Hakikat, bütünüyle Allah'ın ilmine aittir. Bizim öğrenebileceğimiz, talebimize ve elde etmek gayretlerimize mukabil, o mevzulardaki fiilî dualarımıza O’nun tarafından verilen cevaplar mahiyetindedir.
O’nun, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikatleri talep etmekten, nefsimizde yaşamaktan, usulüne ve imkanlarımıza göre tebliğ etmekten mes'ul olduğumuzu bilmeliyiz.
* * *
Denizciler, denizi iyi bilmeyenlere bazen: "Denizi bardakta görmüş" derler. Bu istihza ifadeli cümle, hakikat ve ünsiyet meselesinin misal dürbünüyle aklın anlayışına yakınlaştırılmasında da kullanılabilir.
Bir tarihte, vazifeli bulunduğu Trabzon’dan, memleketi olan Konya'ya izine giden bir arkadaşımı yolcu edip uğurlarken, beraberindeki içi su dolu bir plastik bidon dikkatimi çekmişti. Yolculuğu esnasında abdest alacak su bulamayacağı endişesiyle mi yanında su götürdüğünü ona sormuştum. Arkadaşım bu sorum üzerine bana tebessüm ederek: "Hayır" cevabını vermiş ve izah etmişti: Konya'da yaşlı ve fakir bir komşusu varmış; o yaşına kadar denizi hiç görmemiş; sadece işitmiş. O yaşlı ve fakir haliyle denizi görmek için bir deniz sahiline seyahate de imkanı olmadığından, "denizi ayağına getirmek (!)" istemiş. Arkadaşım, o komşusunun hatırı için, beş litrelik bir plastik bidona doldurduğu Karadeniz suyunu Konya’ya götürüyormuş!
Bu cevaba biraz hayret etmiş olmama rağmen, o yaşına kadar denizi görmemiş ve denizi görmek merakını giderememiş yaşlı ve fakir Konyalının, son çare olarak deniz sahilindeki bir şehirden gelecek komşusundan, Konya'ya bir bidon içinde getirmesini istediği deniz suyunu görünce, ne yapmış ve ne söylemiş olabileceğini kendi kendime tahmin ve tasavvur edebilmeye çalışmıştım. Onun gerçek davranışının ne olduğunu, o arkadaşımla tekrar karşılaşmadığım için sorup öğrenememiştim; fakat büyük bir ihtimalle, 5 litrelik plastik bidondaki deniz suyundan bir cam bardağa doldurarak onun görünüşünü, tadını, kokusunu incelemiş ve sonunda da: "Bayağı tuzlu bir su imiş..." diye fikrini beyan etmiş olabilir. Büyük bir ihtimalle böyle demiştir; çünkü insanların böyle hallerde buna benzer bir tavır aldıklarının misallerini hepimiz çok görmüşüzdür.
* * *
Bu vak'ayı bir misal olarak alıp "Hakikat ve Ünsiyet" meselesine tatbik edersek, "hakikat" büyük bir umman ise, bu ummanın bir kaba doldurulmuş numunesi karşısına gelince, onun numunesi olduğu asıl şeyi takdir edebilmekten çok uzak, ona lakayt ve hakir görücü bir nazarla bakmak da "ünsiyet" halini ifade eder.
* * *
İnsanlar, o Konyalı yaşlı ve fakir vatandaşın bir dünya denizine ömrü boyunca duyduğu merak ve alâkayı bütün kâinatı ihata eden hakikat okyanusuna duyabilseler; onu anlamaya çalışsalar.
Bizzat onun her tarafına seyahate ve onu bütünüyle görmeye imkânları olmadığı için, önlerine konulmuş numunelerine onu takdir edebilmekten çok uzak, ona lâkayt, hakir görücü bir "ünsiyet" nazarıyla bakmasalar.
Duyu organları ile müşahede edebildikleri varlıklardaki ve hadiselerdeki şeylerin aslında "Büyük Varlığın bazı isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri" olduklarını düşünebilseler.
Her şeyi de bu tecellilerden ibaret zannetmeyip, bunlar vasıtasıyla anlamaya ve kabul etmeye çalışmaları icap edenlerden gaflet etmeseler.
Fakat, yazıklar olsun ki, insanların ekseriyeti bu mevzuda derin bir gafletin içindedirler. Meraklarını, hayretlerini, hayranlıklarını tevcih edecekleri "asıl"lardan bîhaber, "tecellî"leri sanki "asıl" gibi zan ve kabul eden bir gaflet seline kendilerini kaptırmış gidiyorlar.
* * *
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan da, "Kuğular” adlı kitabının bir yerinde "Bir Turist Kafilesi" başlığı altında, "hakikat ve ünsiyet" konusuna çok kısa olarak şöyle dikkat çekmektedir:
"BİR TURİST KAFİLESİ
Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi Louvre’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı.
Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan bir şey görüp anlıyorlardı.
Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi, otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh, Louvre'u görmüşlerdi; Amerika’da bol bol övünebilirlerdi.
Halbuki, bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi.
Her zerresi mucize olan bu kâinatı ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim.
Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:
'Haydi otobüslere."
* * *
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan’ın ilminin, kültürünün varlıklara ve hadiselere bakışına kazandırdığı ihata ve anlayış kabiliyetine rağmen, o ilerlemiş yaşında "hakikat ve ünsiyet" konusundaki bir itirafını çok kısa olarak böyle neşir ile ilân etmesi de, "hakikat"a karşı "ünsiyet" halleriyle ünsiyet içinde olarak ömürlerini tüketen insanları ikaz etmeli, sarsmalı ve uyandırmalıdır!