Hakikate kör noktadan bakmak

Ediz SÖZÜER

İman ve inkâr arasındaki ince çizgide mesele hep aynı kör noktada düğümlenir durur. Bir yaratıcıyı ve bilinçli bir yaratımı kabul etmek istemeyenin gözü, hakikate kör noktadan bakmaktadır denilebilir. Baktığı kör noktada, aslında en basit zihinli biri tarafından fark edilip takdir edilebilen sanatlar, hikmetler ve nimetler gizlenir ve saklanır. “Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını[1] inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der”.

Hâlbuki bir eşyanın güzelliği, sanatlı bir şekilde işlenmiş olduğunu, faydalılığı ise hikmetle, yani bir irade ve maksatla yapıldığını göstermez mi hiç? Tam ihtiyaca göre verilen, umulmayacak şekillerde gönderilen leziz yiyeceklerde, nimetlendirme fiili nasıl görülmez ve bir nimetlendireni aratmaz? Güzellikten güzelleştirme fiiline, nimetten nimetlendirme fiiline intikal edemeyen bir zihin, güzelleştireni ve nimet vereni de göremez ve kabul etmez.

Yapılan bir işten, o işi yapan fiilin varlığına intikal edebilmek ve o fiilden, fiili işleyen birinin varlığını idrak edebilmek, ancak akıl ve kalbin görüp takdir edebileceği tamamen soyut bir kavram olduğundan ve çıplak gözle görülen, elle tutulan bir nesnenin varlığını bilmekten ayrı bir mana olduğundandır ki, iman etmek tamamen bir takdir ve nasip işidir.

Allah iman nurunu ve hidayet cevherini, ancak iradesini doğru yönde kullanana nasip eder. Fakat görünmeyene iman etmek (iman-ı bilgayb), imanın temeli olduğundan, deliller ne kadar kuvvetli de olsa, elle tutulup, gözle görülen bir şey olmadığından, hakikatin inkârı yine de mümkündür.

Zaten dinin teklifi ve insanın imtihanının özelliği, iman hakikatlerinin ister istemez herkesin mecburiyetle kabul edeceği bir açıklık ve kesinlikte olmamasındadır. Yani hakikatin gerçekliğinin delilleri, hür iradeyle seçilebilecek derecenin ötesine geçmemeli, iradeyi kaldıracak kadar zorlayıcı olmamalıdır.

İman hakikatlerinin ilmen doğruluğu, mâkuliyeti ve kesinliği gösterilebilmektedir ve “evet, muhakkak böyle olmalı, başka türlü olamaz” dedirtecek özellikte bir kıvama sahiptir ve akla kapı açarak delillerle desteklenmektedir, fakat aklî çıkarımlara dayanan soyut bir hakikat mahiyetinde olduğundan, seçme hürriyeti olan irade ellerden alınmamış olur. Herkesin mecburiyetle kabul edeceği derecede zorlayıcı deliller ve mucizeler olsaydı, imtihan sırrı bozulurdu. Elmas gibi ruhların, kömür gibi ruhlardan farkı ortaya çıkamazdı.

Risale-i Nur’da verilen güneş ve cam parçaları misali, büyük bir hakikati aklımıza yaklaştırıyor ve o misalin açtığı pencereden hakikati net görebilmek ve muhakeme etmek mümkün hale geliyor, hatta kolaylaşıyor. Kâinat yüzünde yaratılan her bir mevcudun, tabii olarak kendi başlarına meydana geldiğini iddia ediliyor. Eşya üzerindeki etkileri ve eserleri ile mevcudiyetleri görünen ilim, irade, hikmet ve kudretin büyük işlerine kaynaklık edenin, tabiat ve tabii kuvvetler olduğu söyleniyor.

O tabiatın ve tabi kuvvetlerin bilerek, görerek, düşünerek iş yapmaktan aciz oldukları gözle göründüğü; gerçek tesir sahibi ve hakiki işleyicinin varlığı da eserleriyle akıl gözüne göründüğü halde, sırf maddî göz ile görünmüyor diye o yaratıcının varlığı inkâr ediliyor.

Hâlbuki böyle bir inkâr ve öyle bir iddia gerektiriyor ki, o tabiatta ve tabi kuvvetlerde her şeyin her şeyini görecek, bilecek, düşünecek ve planlayarak karar verecek ve her şeyi idare edecek ve kâinatı yaratabilecek büyük bir kudret bulunsun ve o şekilde işlesin.

Âdeta akan bir nehrin üstünde parlayan cam parçalarında ve su damlalarında görünen parlamaların, gökteki tek ve büyük bir güneşten geldiği düşüncesi inkâr edilirse ve o parlamaların kaynağının o parçalar olduğunu iddia edilirse, her bir parça içinde ısısıyla, ışığıyla mevcut minik güneş bulunması lazım geleceği gibi; eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığını inkâr etmekle ve tabiat tarafından yapıldığını iddia etmekle, o eşyanın yapılması için gerekli olan ve ancak bir ilahta bulunabilecek özelliklerin, tabiatın her bir parçasında bulunduğu kabul edilmek lazım geliyor.

Aklın rahatça kabul edeceği kolay bir yolu, inat ve kasıt sebebiyle kabul etmeyen ve zor yolda gitmekte ısrar eden, hem bu yolun zorluklarına ciddi olarak müşteri olmaya gelince gözünü kapayarak düşünmeyi terk eden birinin, hakikat arayışındaki samimiyet ve ciddiyeti ne haldedir, basiretinize[2] havale ediyorum.

Mutlaka kabul etmek zorunda kalacağımız somutlukta bir delil ve ispatın olmayacağı ve böyle bir şeyin beklenilmemesi gerekiyor imtihan sırrı ve gayba iman gereği. Aklın ister istemez mutlaka kabul edeceği derecede kesin ve maddesel bir delil yok. Çünkü akla kapı açılacak, fakat irade elinden alınmayacak ki, inanmanın bir ayrıcalığı olabilsin. Bilmediğimize, görmediğimize inanacağız hepimiz. Fakat elektrik akımının varlığını aklen görebildiğimiz gibi, aklımızın göreceği kesinlik içeren deliller elbette var.

Bu noktada bir kavram tespitine ihtiyaç var. İspatlamaktan neyi anlıyoruz? İspatlamak ne demektir? Bir iddianın kesin bir delile sahip olması nedir? Akli delil ile somut gerçeklik arasındaki fark nedir? Öncelikle, bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatı pekâlâ olabilir.

"İspat", bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor. Şimdi imana temas eden konularda elinizle tutup gözünüzle göreceğiniz, deneysel biçimde doğruluğunu teyit edeceğiniz tarzda deliller yok.

Fakat bu noktadan hareketle ve böyle diye, bu meselelerin akla uygunluğunun olmadığını veya kesinlik içeren mantıki delillerinin bulunmadığını söylemek, hakikate karşı çok büyük bir haksızlık ve hata bir hüküm olur.

Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece kalemi görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani deneysel ve bilimsel bir delili olur mu? Elbette olmaz ve olamaz. Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var. Fakat o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha bilimsel değildir.

Eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevi, soyut bir gerçekliktir.

Her ne kadar maddesel ve görsel delilimiz mevcut değilse de, maddi gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için delil olarak kullanılarak ispatlanması yoluna gidilmesi, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle görülebilir mantıki ispatlar özelliğindedir.

İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek temelinde şekillenen deliller de bu özelliktedirler, gayet güçlüdürler, akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır ve kesinlik derecesinde ispatlar niteliğindedirler.

Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur. İman hakikatlerinin gerçekliğine yönelik tümevarımsal mantıkî çıkarımların, bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı, bizce şüphesizdir.



[1] Ziya: ışık. Bu cümle, Risale-i Nur’un İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde geçmektedir ve inkârcıların şüphelerinin, ancak kalplerinin hastalığından ve tabiatlarının bozukluğundan kaynaklandığını ifade etmek için kullanılmıştır.

[2] Basiret: Bir hakikati kalbiyle hissedip anlama ve kavrama.

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.