Ben suyu düşünüyordum.
Su bir arştı.
Yaşanan yer miydi yoksa yaşayan bir şey miydi?
Yaşanan bir yer olduğunu zaten biliyorduk lakin “yaşayan bir şey “olduğunu ise Dr. Emato’dan öğreniyorduk.
Suyun çeşitli halleri vardı buz halinden buhar haline kadar mesafelerde vardı.
Ama düşünce ikliminde yaşam formlarını değiştirdiğini henüz öğreniyorduk.
Ayrıca şunu da öğrendik ki; insan düşüncesi ve duyguları yahut yaşam şekli fiziki realiteleri de etkiliyor.
Şimdilik suyu öğrenmiştik.
Su maruz kaldığı düşünce iklimine göre kendi ifadesini değiştiriyordu.
İşte bu noktada öğrendiğim en önemli şey bütün bu değişkenlikleri yapan tek mahluk insanoğluydu.
İnsanın varlığı kainatta değişkenliklere sebep oluyordu.
İnsanın düşüncesiyle kâinat şekilleniyordu.
Kainat insan içindi peki insan kim için olmalıydı?
Ben şimdilik suyu düşünüyordum.
Su bir arştı “ol” emrine amade idi.
Ben suyu düşünüyordum. Su hapsolmuyordu. Su esaretin düşmanı özgürlüğün sırrıydı. Kimse suya gem vuramaz kimse suya tapamazdı.
Su küfre tahammül etmiyordu.
Çığırından çıkan insanlara en çok su kızıyordu.
İnsanlık azınca yerinde taşıyordu etrafını yıkıyordu.
Önce sel oluyor sonra ‘tsunami’ye dönüyordu.
Daha da ötesi tufan oluyordu.
Nuh tufanı oluyordu.
Çoğunlukla Rahmet oluyor melekler eşliğinde insanlığın hizmetine giriyordu.
En nihai hedefi insanlık mertebesine çıkmaktır.
Farklı odaya aynı sudan koyuluyordu, bir odada ilahi söylenirken diğer odada küfür söyleniyordu.
Su küfre isyan ediyordu küfür odasında su değişiyordu şekilsizleşiyordu.
Su yaşıyordu.
Ben otçuklarla oynuyordum.
Yaşlı adam tüm mahlûkatı tespihine almış tespih çekiyordu.
Aslında her şey bir “an”dı. Her şey bir anda saklıydı.
Nasıl ki her şey bir noktadan ibaretse sonsuzluk da bir anda saklıydı.
Bir an sonsuz olduğu gibi bir noktada kâinat da doğuyordu.
Dediydim ya işte ben öyle bir anda Hafız Ali olmuştum.
Onun yerine ölmüştüm.
Sonra Tahir olmuş bütün varımı yoğumu satmış ona gelmiştim.
Şimdi de Zübeyir olmuş otçuklarla oynuyordum.
Ve yaşlı adam tespih çekiyordu.
*
Kâinatta yaratılan her şey bir amaca hizmet etmek için hareket halindedir. Canlı cansız her mahlûk ilahi güzellikleri yansıtmak ya da kendi kabiliyetince göstermek için adeta bir yarış halindedirler.
Bir taşın duruşundan, bir yaprağın hışırtısından, suyun şırıltısına kadar dünyadaki var olan fıtri ses ve görüntüler manzumesinde, her şey bir bütünü gösteren çok önemli ayrıntılardır.
Yaratılan mahlûklara her hangi bir müdahale yapılmazsa var olan hiçbir estetik görüntü bozulmaz.
Ama insanoğlu o kadar zalim o kadar cahildir ki farkında olmadan kâinatı nasıl tahkir ettiğini nasıl öfkelendirdiğini, nasıl çirkinleştirdiğini ancak yeni yeni anlayabiliyoruz.
Maneviyat erleri imansız bakışların kâinata uymadığını söylüyorlardı da bizler bir türlü kavrayamıyorduk.
Oysa bugünkü verilere baktığımızda en ufak bir düşüncenin etrafımıza nasıl etki ettiğini gözlerimizle görebiliyoruz.
Ben Zübeyir olmuştum ya…
Otçuklarla oynuyordum.
Yaşlı adamı dinliyordum.
Yaşlı adam kainatı okumak için Hâlıkını arayan adam olmuştu.
En başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzüne bakmış, sonra cevv-i sema denilen ve mahşer-i acâip olan zemin ile asuman arasına dalmıştı.
Derken rüzgara binmiş ortadan kaybolmuştu.
Bir ara sadece sesi geliyordu.
19 menzili bir bir gezmiş sonra zerrenin içinden çıkıp gelmişti.
Nimetler ve ihsanlar şükre vesile olduğu için mutlak Uluhiyetin tezahürüne sebep olduklarından dolayı ibadet ederler.
Şükre vesile olmak bir nevi ibadet ise, kâinata ahenk vermek de ibadet sayılmaz mı?
Ama kainata ahenk veren eşyayı bozmanın bir cürüm olduğunun da farkında olmadan yaşıyordum.
Elimde bir tutam ot hayalimde yaşlı adamın tesbihatı vardı…
Zerre zerre mi zikrediyordu yoksa her “Allahu Ekber” dediğinde tüm zerreler de ona eşlik edip “Allahu Ekber” mi diyordu?
Yeşilliksiz bir dünyanın ne kadar çirkin olacağını daha henüz anladım.
Van’daydı…
Van valisi Van’ın tüm alimlerini toplamış sarayın bahçesinde ilmi sohbetler ediyordu.
Onu da çağırmışlardı.
Bahçeye girdi.
Oturmak için yer gösterdiler. O ayakta durdu etrafına baktı herkes çimlerin özerinde bağdaş kurmuş neşeli gözlerle baharın tadını çıkartıyorlardı.
O oturmadı.
Yan tarafta otların bitmediği biraz toprak parçasını buldu.
Oraya oturdu.
Herkes hayret ve merakla seyrediyordu.
Vali:
Seyda neden yanımıza oturmadın?
Ben kainatın ahengini mahlukatın zikrini bozmamak için oraya oturmadım.
Acaba ne demek istiyordu…
Vali ve bütün cemaatteki alimler birbirlerine baktılar.
Alim olmak ayrı…
Vali olmak ayrı…
Veli olmak apayrıdır.
Veli olmadan veli gibi bakmaya çalışmak ise çok daha ayrıdır.
Bütün mahlukat zikrediyorsa…
Bütün otçuklarda zikrediyordur.
Ben de elime bir otçuk almış otçuklarla oynuyorum.
Ve bir bahar günü dünya tüm şirinliğini üzerine almış tüm dilleriyle zikrediyorsa…
Ve bu gerçeği görebiliyor ya da bilebiliyorsan nasıl o dua ve zikir ahengini bozacaksın?
Hakikatı görmek kolay değilmiş.
Ve herkes hakikati göremiyormuş.
Tıpkı aziz Mahmut Hüdayi gibi.
Aziz Mahmut Hüdai’nin şeyhi bir gün tüm müritlerini toplar;
“Bana sevginizi belirtecek bir hediye getirin” der.
Bütün müritleri bir bahar sabahı kırlarda dolaşıp en güzel çiçeklerden demetler yaparak şeyhine sunarlar.
Fakat herkes döndüğü halde aziz Mahmut Hüdayi akşama kadar gelmez.
En nihayet ezile büzüle dergâha geldiğinde elinde kırılmış kup kuru bir çiçek vardır.
Şeyhi onu görünce sitemkâr bir şekilde;
“Bula bula bu kuru çiçeği mi buldun? Beni bu kuru çiçeğe mi layık gördün?”
Mürit Mahmut mahcup bir eda ile:
“Şeyhim ben o kadar dolaştım, aramadığım yer kalmadı lakin gördüğüm tüm mahlûkat Allah’ı zikrediyordu. Hiç birisinin zikrini bozamadım. Çünkü onlar Allah’a müteveccihen ibadet ediyorlardı. Her şey Allah’a aitti. Ancak bu kuru çiçeği bulabildim.”
Bu söz özerine şeyhi diğer müritlerine dönüp şöyle der:
“İşte hakikati keşfeden büyük bir nazara hakim birisini görmek istiyorsanız Mahmut’a bakın.”