Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru kabul edilemezdir (2.Bölüm)

Ediz SÖZÜER

Önceki yazımızda ideal ve makbul bir imanın temel taşı niteliğinde, kıymeti çok büyük ve önemli meseleler üzerinde duracağımızı ifade ederek; öncelikle hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvurunun bir mümin için kesin olarak kabul edilemez olduğunu ortaya koymuştuk. Şimdi ise ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesi hakkında önemli izahlarda bulunacağız. Son olarak bir yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğunu ve henüz hiçbir fikrimiz yokken bile eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesiyle çıkarım yapmanın ve deliller toplamanın önyargıyla ve önkabulle ilgisi olmayan çok daha sağlıklı ve akılcı yol olduğunu ortaya koyacağız.

Yazımızın birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi; “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesini âleminde tam halletmek ve Risale-i Nur'da geçen bu çok önemli konuyu hiç olmadığı kadar açık bir netlikte kavramak arzu eden kardeşlerimizin yazımızın her iki bölümünü hiç atlamadan ve sindirerek, üzerinde incelikle düşünerek okumalarını önemle rica ediyoruz. Bu yazıya ayıracağınız (elde edeceğiniz neticeye kıyasen) kısa sayılabilecek bir zaman ve ciddî fikrî eforun, ebedî hayatta paha biçilmez bir ebedî hazine olarak karşınıza çıkabileceğini düşünüp ona göre okumalı diyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Önce kâinatın varlığını inkâr eden Sofestaileri ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşünceleri ele alıyoruz.

Yazımızın birinci bölümünü aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz: (eğer okumadıysanız lütfen önce birinci bölümü okuyun)

https://www.risalehaber.com/hakikatin-bilinemez-oldugu-bir-kainat-tasavvuru-kabul-edilemezdir-1-bolum-20269yy.htm

Risale-i Nur’da, kâinatın varlığını inkâr eden Sofestailerin ve hakikatin bilinemezliğini kabul eden agnostik felsefe benzeri düşüncelerin ciddiye alınmadığını ve pek fazla üzerinde durulmadığını görüyoruz. Gerçekten de gördüğümüz eşya üzerinden çıkarımlar yapmayacaksak başka neyi temel alarak bilim yapacağız? Temelsizliği çok açık bu iddialar hakkında sadece bir iki noktaya değinerek bu meseleyi bitirmek istiyoruz.

Birinci nokta, (Risale-i Nur’un 21.Söz’ünün 2.Makam’ında bahsedildiği gibi) delilden kaynaklanmayan bir ihtimalin hiçbir kıymetinin olmayacağı düsturudur. “Kâinatın olmadığı veya duyu organlarımızla algıladığımız eşyanın görünen şeklinin, hakikatin temel yapısını tamamen ters yüz edecek kadar yanlış olduğu”na dair kesin deliller bulunmadığı sürece bu konudaki her türlü şüphe ciddiye alınmaktan uzak olacaktır.

İkinci nokta, Albert Einstein’ın “Kâinatla ilgili en anlaşılmaz şey, kâinatın anlaşılabilir olmasıdır” sözüdür. Bu tespit, kâinatın varlığı ve eşyanın gördüğümüz gerçekliği konusunda bize doğru bir bakış açısı vermektedir. Çünkü eğer böyle olmasaydı, var olmayan veya doğru olarak algılayamadığımız bir şeyi anlayabilmemiz ve düzenli prensiplerle açıklayabilmemiz de mümkün olamazdı denilebilir.

Biz bu sözü bir adım daha ileri götürüp, kâinatın anlaşılabilirliğinin aslında hiç de öyle anlaşılmaz bir şey olmadığını söylüyoruz ve diyoruz ki: “Kâinatın insan tarafından anlaşılabilir bir özellikte görünmesi, insanın varlık sebebinin kâinatı anlamak olduğuna ve bu kâinatı yapan kişiye anlayışlı bir muhatap olmak maksadıyla gönderildiğine o kadar açık bir delildir ki, en basit zihinli bir insan bile kalbinin ve aklının derinliklerinde bunu tereddütsüz olarak bilir ve derin bir hürmetle bu hakikati hisseder. Sadece içlerinden bazıları bu büyük hakikati bilmezden gelerek ve üstünü örterek veya şeklini değiştirerek inkâr eder ve kendi kendilerine ihanet ederler.”

Şimdi ele aldığımız konunun ayrılmaz bir diğer parçası olan ve Risale-i Nur’da ehemmiyetle vurgulanan “imanın kayyum (yani sabite) olup, delillerin yalnız yardımcı unsurlar olduğu” meselesi hakkında önemli izahlarımıza geldik.

Delilleri değerlendirirken yani henüz iman etmemişken bile ispat-inkâr arasındaki yapısal farklılıktan dolayı meselenin kayyumu (sabitesi) olarak imanı görmek aklîdir. Çünkü mantıken sadece bir delilin doğruluğu iman hakikatinin doğruluğunu gerektirir. Hâlbuki binlerce karşıt delil bile olsa (çünkü inkârdır) kesin olarak yanlış veya yok olmasını gerektirmez. (Bunun önyargıyla bir ilgisi yoktur.)

Mesele şudur: Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır. O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmaz, yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmaz.

Çünkü iman mesleği bilgiye ve delile dayalı ispattır. Bu hüküm iman etmeden önce de sonra da aynıdır, değişmez. Bu tarzda bir değerlendirme mantıklı olandır. Bir iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusunda yüzlerce, binlerce delil ve karşıt delil öne sürülebilir. O iddianın doğruluğu veya eşyanın varlığı konusundaki delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ve eşyanın varlığı ortaya çıkmış olur. Bunun aksi düşünülemez. O zaman burada ispat mesleğinin farklılığı ortaya çıkmış oluyor.

Fakat o eşyanın yokluğuna veya iddianın yanlışlığına dair yüzlerce delile rağmen, o delillerin bir şekilde yanılmış olma ihtimali ve o eşyanın var olma ihtimali her zaman mümkündür. Peki neden öyle olsun? Çünkü yokluğa dair deliller, hakikatin tamamını kapsamaktan aciz olacaklarından her zaman bir açık kapı kalacaktır. Hem o güya yokluk delillerinin çok sayıda ve değişik sebepleri olabilir. Hem o delillerin aksine ihtimal verebilmek ve gerçeğin de bu yönde olması her zaman mümkündür.

Nedeni bilinmeyen veya izahı mümkün olan bir tek şüpheyi bahane ederek; binlerce delilin birleşmesiyle gerçek ve doğru olduklarına kesin ve tereddütsüz kanaat oluşan imanî meseleleri inkâr etmek veya onlardan vazgeçmek, her şeyden önce aklî ve mantıkî bir yaklaşım değildir.

Çünkü bazı delillerin yanlışlığı söz konusu olsa da, neticeyi değiştirmeyecektir ve tek bir delilin doğru olmasıyla, neticenin doğruluğu gerekecektir. İddianın doğruluğu ortaya çıkınca da, diğer tüm şüphelerin ve karşıt delillerin de bizce meçhul izahları ve nedenleri çözümlenmiş sayılacak ve elbette hükümsüz kalacaklardır. Aksine ihtimal vermek, mantıken imkânsızdır.

Yani o inkârcıların bütün şüphelerinin doğru izahlarını, bütün sorularının cevaplarını bilmek zorunda değiliz!

Bizim hiç öyle bir mecburiyetimiz yok!

İnkârcı bin tane şüphe ve bin tane karşıt delil ortaya koysun. İmanımızı kurtarmak için veya kendi mesleğimiz olan iman yolunun doğruluğunu ispatlamak için; bunların hepsini tek tek çürütmek, hepsinin tek tek doğru izahlarını bulmak ve araştırmak zorunda değiliz. Çünkü kâfirler inkâr yolunda gidiyor. İnkârcının ciddî bir yapısal farklılığı var. Biz de ispat yolunda gidiyoruz. Bizim de ciddî bir yapısal farklılığımız var.

Bizim sadece bir tane delilimizin gerçek anlamda doğru olduğu ortaya çıksa, inkârcının bütün şüphelerinin ve karşıt delillerinin bir şekilde (sebebini ve izahını bilmesek bile) muhakkak bir çözüm noktası olduğunu mantıken kabul etmemiz gerekiyor.

Aynen Risale-i Nur’un 13.Lem’a’sının Üçüncü Noktasında geçen saray misali gibi. Bir kapı açıldığı zaman, diğer kapılar otomatik olarak açılır. Girilmiştir o saraya çünkü! Bu meseleyi anlamak çok önemlidir, çünkü bu tespit bizi ve imanımızı kurtaracak bir noktadır.

Şimdi meseleyi daha da basitleştiriyoruz. Bir şey ya vardır veya yoktur. Bir iddia (örneğin peygamberlik iddiası) ya doğrudur, ya yanlıştır. Ortada bırakmak mümkün olmadığından, saray hükmündeki iman hakikatinin kapıları yerindeki her bir delil, o sarayı açıp içine girmemizi sağlamaktadır. Ne kadar güzel ve iman yolunda giden için ne kadar avantajlı bir nokta. Binlerce kapı misali, binlerce delil mevcuttur.

İman mesleği ne kadar kuvvetli bir meslektir. Tek bir kapının açılması o saraya girmeyi nasıl sağlarsa, tek bir delilin gerçek olması, iman meselesinin doğruluğunu ortaya çıkarır ve diğer tüm kapalı kapılar hükmündeki yanlış delilleri veya karşıt delilleri ya da şüpheleri, nasıl ve ne şekilde olduğunun detaylarını hiç bilmesek de, tamamıyla ve kesin olarak ortadan kaldırır. Akıl ve mantık bunu gerektirir. İnkâr ile ispat arasındaki yapısal farklılık bunu lüzumlu kılar. İman yolunda giden için bu nokta ne kadar müthiş bir şeydir ve ne kadar rahatlatıcıdır.

Zaten Risale-i Nur’un 21. Söz’ünün 2. Makam’ında bahsedildiği gibi, bir delilden kaynaklanmayan bir ihtimal hiç ciddiye alınmaz.

Aynen bu kaide gibi, her biri gayet aklî olan ve birleştiklerinde ise sarsılmaz bir kuvvet kazanan, kopmaz bir halat gibi sağlamlaşan yüzlerce, binlerce imanî delillere karşı duran tek-tük, zayıf, önemsiz ve her biri izahı yapılmaya veya çürütülmeye müsait karşıt deliller ve şüpheler, imanın kesinliğine zarar vermez ve o hakikatlerin zıtlarının kabulüne sebep olamaz.

Geldiğimiz noktada bir yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğunu ve henüz hiçbir fikrimiz yokken bile eşyanın bir yaratıcısının olduğu düşüncesiyle çıkarım yapmanın ve deliller toplamanın önyargıyla ve önkabulle ilgisi olmayan çok daha sağlıklı ve akılcı yol olduğunu ortaya koyacağız.

Önümüzdeki bilgisayarın kendi kendine oluştuğu düşüncesi mi, yoksa onun bir mühendis ve bir fabrika tarafından yapılmış olabileceği ihtimali üzerinden bir araştırmaya girmek mi, hangisi daha mantıklıdır ve hangisi bilimsel düşünce tekniğine daha uygun görülebilir?

Söz konusu bilgisayar hakkında daha baştan ve hiçbir fikrimiz yokken bile ikinci fikir çok daha sağlıklı bir yaklaşım değil midir?

İşte şu görünen eşyayı, o eşyanın icad ve idare kanunlarından ibaret olan tabiat ile açıklamaya çalışmak; tasarımcı mühendisini ve üretici fabrikasını hesaba katmadan, bir bilgisayarın yapılış, kuruluş ve çalışmasını sadece işletim sistemi programı ile izah etme gayretinden farksızdır ve anlamsız bir çabadır.

Burada vereceğimiz misal, çok yaygın kullanılan bir misaldir. Fakat meselenin mahiyetini ve temel mantığını anlamakta oldukça yardımcı olmaktadır. O yüzden bu misalin üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyoruz.

Şöyle düşünelim: Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece fırçası görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız?

Ressam görüş alanımızın dışında diye, resmi boya ve fırçadan mı bilmeliyiz?

Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor.

İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.

Size soralım: Bu misalimize göre bir ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani “deneysel anlamda bilimsel bir delili” olur mu? Elbette olmaz ve olamaz.

Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var.

Fakat böyle diye, o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha fazla bilimsel değildir.

Eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevî, soyut bir gerçekliktir. Her ne kadar maddesel ve görsel delilimiz mevcut değilse de, maddî gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için “bilimsel nitelikte delil” olarak görülmesi ve ressamın varlığının delillendirilmesi yolunda kullanılması, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle doğruluğu görülebilir mantıkî ispatlar özelliğindedir.

İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller de aynen bu özelliktedirler. Hem gayet güçlüdürler, hem akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır; hem de kesinlik derecesinde ispat etme niteliğine sahiptirler. Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur.

Dinin hakikatleri, teorik (nazarî) ve aklî delilleri olan ve delillerin birbirlerine kuvvet vermeleriyle zıtlarının imkânına ihtimal bırakmayan sağlamlılıkları sayesinde, mutlak gerçekliklerine hüküm edilebilecek nitelik arz eden, temel olarak nazarî (teorik) fakat netice itibariyle kesin hakikatlerdir. Bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı da, şüphesizdir.

Tekrar vurgulayalım: Bir şeyin matematik kesinlikte olmaması ve teklif sırrı gereği hem kabul hem reddedilecek bir nazariyette (teorik) olup bedahet derecesinde (açık kesinlikte) olmaması, asla "yakîn"e (kesin inanca) mani bir husus değildir.

Tüm bunların sonucunda kesin olarak hükmedebiliriz ki: Hakikatin bilinemez olduğu bir kâinat tasavvuru (özellikle bir mümin için) kesinlikle kabul edilemez bir safsata ve hezeyandır.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.