İnsanın hakikatle imtihanı, hakikati bulması ve bilmesiyle bitmiyor. Hakikatin birçok renk ve veçhesi olduğu için, bu renkler ve veçheler ortasında hakikatin dengesini bulması gerekiyor.
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, birbirini takip eden iki önemli risalesinde (24. ve 25. Söz) bu konuya değinir ve hakikatin kıvamını bulamamış, bu yüzden haktan uzaklaşmış akımların iki problemle mâlûl olduğunu ortaya koyar:
İlk olarak, hakikati, sadece kendi gördükleri renk ve veçheden ibaret sanmaları. İkinci olarak da diğer mü'minlerin birikimlerini görmezden geldikleri veya küçümsedikleri için, kendi görüşlerini onların gördükleriyle tamamlayıp dengeye kavuşturamamaları.
Sonuç? Hakikatten beslenen, ama hakikatin dengesinden mahrum; kaymalara ve hatta sapmalara açık bir din dili, algısı ve anlayışı.(M.Karabaşoğlu)
Hakikati bulmak yetmez sadece; onun farklı cihet ve cepheleri arasındaki o nazik ve narin ahengi kurmak gerekir. Bu dengeyi kurmak onu bulmaktan daha önemlidir belki de. Mezhepler tarihi literatüründe fırak-ı dalle (sapık grup) dediğimiz hiziplerin ortaya çıkış nedeni hakikati bulamamak değil, onun farklı yönleri arasındaki uyumu sağlayamamaktır. “Sizi vasat bir ümmet kıldık” mealindeki ayetin işaret ettiği ince mana bu olsa gerek.
Sadece Müslüman mezhepler arasındaki ayrışmalarda değil daha umumi manada dinler arasındaki görüş ayrılıklarının da temelinde bu denge kaybı vardır. Hıristiyanlık, Yahudilik gibi semavi asıllı dinlerin sapmaları genellikle hakikatsizlikten değil, dengesizlikten.
Denge, hikmetle yoğrulmuş yorumlar ve onun süzgecinden damıtılmış içtihatlar demek. Nas (vahiy, sünnet), vakıa (zaman, zemin, olay, konjöktür), muhatap (insan zihni) arasında kurulan ince, derin ve nazik bir bileşim denge.
Hakikatin birbirinden farklı değişik renk, ton ve görünümleri arasında ahenkli bir terkip ya da muvazene kurabilmek…
Peki nasıl?
İslam düşünce tarihini dikkatli bir gözle incelediğimizde, çağdaş düşünür El Cabiri’nin de bir yerde önemle vurguladığı gibi, üç ana damardan veya akımdan bahsetmek mümkün: Birincisi, bürhani (felsefe), ikincisi, beyani (fıkıh), üçüncüsü irfani (tasavvuf). Ya da meşşai (kelam), işraki (tasavvuf), selefi (fıkıh).
Tarih boyunca bu üç ana damar arasında bir sürtüşme ve gerilimin olduğu erbabının malumu. Hatta bu çatışmanın boyutları zaman zaman tekfire kadar gider. İrfan ehli tarafından şeyh-i ekber (en büyük şeyh) olarak tavsif edilen Muhyiddin-i Arabi, selefiler tarafından şeyh-i ekfer (en kafir şeyh) olarak tavsif edilir. Bu sürtüşme ve gerilimin ana nedeni ise;
Birincisi: Hakikati, sadece kendi gördükleri renk ve veçheden ibaret sanmaları. Hakikat tektir ama değişik renkli, değişik görünümlü ve değişik vechelidir. Sadece kendisine açılan nisbi ve sınırlı bir parçayla bütün hakkında yargılamalarda bulunmak tek kelimeyle vahimdir.
İkincisi: Diğer mü'minlerin birikimlerini görmezden gelmeleri veya küçümsemeleri. Her grup gerçeği kendi bulduğundan veya bildiğinden ibaret sanır. Diğerlerinin elindeki gerçeği ya görmezlikten gelir, ya küçümser, ya da yanlış olduklarına hükmeder.
Üçüncüsü: Kendi görüşlerini onların gördükleriyle tamamlayıp dengeye kavuşturamamaları. Kendini kendine yeter sanma hastalığı. Biricik doğru kendinin olduğu yanılgısı hem istifadeyi, hem istişareyi, hem de düşünce alışverişini önler.
Evet mazimizdeki ve günümüzdeki bütün menfi ihtilafların temelinde bu üç saik var. Dengeyi yakalayanlar, bulanlar ve hakikatin boyutları arasındaki uyumu koruyanlar çok nadir.
Bendeniz başta Ehl-i sünnet olmak üzere kendi çağlarını aydınlatan İmam Azam, İmam Gazali, İmam Rabbani, Şah Veliyullah Dihlevi, Bediüzzaman gibi ‘mehdi-misal’ zatların bu nazik uyumu ve dengeyi muhafaza ettiklerini düşünüyorum naçizane.