Hakiki imanı elde eden kâinata nasıl meydan okuyabilir?

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir..." cümlesini izah eder misiniz?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

“İman hem nurdur, hem kuvvettir.” cümlesinde geçen nur kelimesi, “tenvir eden, nurlandıran, ışıklandıran” manasındadır. Nitekim bu dersin İkinci Nokta’sında insanın ve kâinat kitabının ancak iman nuruyla okunabildiği ifade edilir.

İnanmayan insan küfür karanlığında kalmıştır. Ne kendini okuyabilir ne de kâinatı. Her organının, her hücresinin ve her duygusunun ayrı birer mucize olduklarını hiç düşünmez. Sadece onları dünyanın geçici menfaatlerinde ve zevklerinde kullanmakla yetinir. Düşünmeden yaşar veya yaşıyorum zanneder.

İman nuruyla kendini okuyan insan büyük bir şeref kazanmıştır. Bu bahtiyar insan kendi varlığı konusunda şöyle düşünür:

"Ben Allah’ın eseriyim. Hayatım onun Muhyi isminin tecellisi, şeklim, suretim onun Musavvir isminin tecellisi, her organımın ve her hücremin faydalarla dolu olması onun Alîm ve Hakîm isimlerinin tecellileri. Ve ben varlığımda tecelli eden her bir ilahi isimle ayrı bir rahmete mazhar olmakta ve ayrı bir şeref kazanmaktayım. Bunların her biri için ayrı bir şükür borcum vardır."

Allah’a iman etmekle böyle bir üstünlüğe ulaşan kişi, “Rabbine nasıl şükür ve ibadet edeceği, neleri konuşup neleri söylemekten kaçınacağı, neye bakıp neye bakmayacağı” gibi nice suallerinin cevabını da imanın diğer iki rüknünde, yani kitaplara ve peygamberlere imanda bulur. İşlerini, hareketlerini, düşüncelerini ve ahlakını Kur’an’a göre tanzim etmeye ve bu konuda yegâne rehber olan Allah Resulüne (asm) mutlak manada itaat etmeye başlar. Böylece iman şerefine, salih amel ve güzel ahlakı da ilave etmiş olur.

İman nur olduğu gibi, ilim de nurdur, ibadet de nurdur, güzel ahlakın her bir şubesi de ayrı bir nurdur.

Bu nurlu insan aynı zamanda kuvvetlidir de. Bu bahtiyar insan, her şeyi ve her hadiseyi Allah’ın yarattığını ve takdir etiğini bilmekle, onlara karşı ne aşırı bir minnet duygusu taşır, ne de onlardan gelecek zararlardan fazlasıyla korkar.

Bir kul olarak kendine düşen vazifeleri hassasiyetle yerine getirdikten sonra, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül etmekle mahlukat âleminden gelecek zararlara ve tehlikelere lüzumundan fazla ehemmiyet vermez. Hava âlemini onun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. O unsurun cansız ve iradesiz olduğunu, kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını çok iyi bilir. Ancak, bir ayet-i kerimede haber verildiği gibi, o unsurun vereceği zararların, sadece asi insanlara mahsus kalmayıp çok masumlara da dokunabileceğini dikkate alarak, Rabbine sığınır ve rahmetine iltica eder.

"Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumlarıda yakar..." (Enfal, 8/25)

İmanın çok büyük bir kuvvet olduğu bir sonraki cümlede şöyle beyan ediliyor:

“Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”(1)

Kâinata meydan okumak, “varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın emrinde bilmek ve o izin vermedikçe hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine kesin olarak inanmak” demektir. Bu hakikat, eşya için olduğu gibi hadiseler için de geçerlidir ve “hâdisatın tazyikatından kurtulabilir” ifadesiyle bu mâna ders verilmiştir.

Deniz, Allah’ın bir mahlukudur. İnsanın tansiyonunun yükselmesi gibi, dalgaların fırtına ile yükselmesi de bir hadisedir. Denizi yapan başka, bu hadiseyi yaratan başka olamaz. O halde, denizin sahibine iman ile intisap eden bir mümin, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak tedbirini alır, ancak çok iyi bilir ki, deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz. Bu imanla, fırtınaya ve yükselen dalgalara meydan okuyabilir, onlara karşı koyabilir.

İnsanın başına gelen bütün korkutucu, zarar verici hadiseler de böyledir. O hadiseler de kendi başlarına buyruk değildirler. Üstadımızın buyurduğu gibi, "Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır."

Onun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir ne de su insanı boğabilir. Ağacın bakımını iyi yapan bir bahçıvan, onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece vazifesini en iyi şekilde yapmak durumundadır. Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de onun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zarara uğradığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki, yanlış yol tutmakla bu şerri kendi istemiştir.

İmanın hem nur, hem kuvvet olduğunun beyan edildiği paragrafın sonunda şu hüküm cümlesi geçer:

" ... İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder.”

Allah’ın varlığına iman eden insan tevhid yoluna girmiş, onun birliğine de iman etmiştir.

Tevhid, üçe ayrılıyor: Tevhid-i zat, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’al.

Allah’ın zatının birliğine inanan insan onun, sıfatlarında da şeriki olmadığına inanır. Bir mü’min, bütün kudretin ancak Allah’a ait olduğunu, mahlukattaki bütün kuvvetlerin ise onun yaratmasıyla ortaya çıktığını bilir. “Allah’tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur.” cümlesi kudret sıfatında tevhidi ifade eder.

Keza, ilim sıfatı da ancak Allah’a mahsustur. Mahlukata ihsan edilen ilimler, onun Alîm isminin tecellileridirler. Meleklerin, Hazret-i Âdem’le ilim konusunda tabi tutuldukları imtihanda mağlup olduklarında, “Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden -noksan sıfatlardan- uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.' dediler.” (Bakara, 2/32)

Onların bu sözleri de ilim sıfatında tevhidi ifade etmektedir.

Diğer sıfatları da aynı şekilde düşünen bir mü’min, hiçbir varlığa hakikî mânada ne kudret, ne ilim, ne de irade verir. Hepsini Allah’tan bilir. O dilemedikçe hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine olan kuvvetli imanı onu, tevhidin bir sonraki kademesi olan teslime götürür.

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır...” (Fetih, 48/7) ayet-i kerimesinden aldığı dersle, her şeyi bir emirber nefer olarak gören insan, ancak Allah’a teslim olur ve yalnız ana tevekkül eder.

İşte iki dünya saadetinin reçetesi, hakiki imanın meyveleri olan bu “teslim ve tevekküldür.”

Bu reçeteyi kalp âlemine hâkim kılan bir mümin, dünyada da mesut yaşar, ahirette de...

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Bediüzzaman Haberleri