Faruk Çakır'ın Yusuf Okumuş ile yaptığı röportaj:
Ömrünü cami kürsülerinde ve cenazelerde cemaate nasihat ederek geçirmiş Yusuf Okumuş Hoca. Bediüzzaman Hazretlerini, 1950’den sonra Barla’da bulunduğu yıllarda ziyaret etmiş. Yusuf Hocayla tek parti döneminde yaşadıklarını, o zamanki hizmetlerini konuştuk. Ayrıca gençlere neler tavsiye ettiğini sorduk. Buyrun birlikte okuyalım.
* Önce sizi kendi anlatımınızla tanımak istiyoruz. Kendinizden bahseder misiniz?
İsmim Yusuf Okumuş. 1926 doğumluyum. “Dehri Mustafa”nın oğluyum. Rize’nin Çayeli ilçesi Yenice Köyündenim. Yöremizde bana “Dehri Yusuf Hoca” derler. Elimizden geldiği kadar dinimizin gereklerini yerine getirip, başkalarına da öğretmeye çalıştık. Kur’ân kurslarına yardım ettik. Yine elimizden geldiği kadar insanlara cenazede, bayramda, Cum’a’da nasihat etmeye çalıştık.
* “Tek parti devri”nde yaşadınız. O günlerden bahseder misiniz?
Bizim köyümüzde (Çayeli, Yenice Köyü) şu anki okulun bulunduğu yerde ‘medrese’ vardı. Biz oraya gider, Kur’ân öğrenirdik. Fakat tabiî o zamanlar (1930’lu yıllar) ‘tek parti’ devri, CHP iktidarda. Kur’ân okumak yasak. Köyümüzdeki bu medresede “Molla Feyzi Hoca”dan ders alırdık. Molla Feyzi Hoca, komşu köyümüz olan Uzundere Köyündendi. Biz Kur’ân öğrenirken hocamız, iki talebeyi ‘gözcülük’ yapsın diye görevlendirmişti. Onların vazifesi, jandarmalar gelirse bize haber vermekti, çünkü jandarma baskın yapıyordu. Tabiî görevli olan arkadaşlarımız görevlerini ihmal etmişler ve jandarmalar gelip o zamanki ‘medrese’mizi bastılar. Hocamız Molla Feyzi’ye kelepçe taktılar ve bizi de tokatlayıp kovdular. Bütün Kur’ân’ları ve ‘elif cüz’leri de toplayıp, ateş yaktığımız yere doldurup bir de kibrit çakıp yaktılar.
Hocamız, köyümüzün zengin CHP’lilerinden “Çağal Mahmut”un akrabasıydı. Hemen koşup ona durumu haber verdiler. Çağal Mahmut geldi ve jandarma çavuşunun cebine elini soktu. Her halde hocayı bırakmaları için ‘hediye’ verdi. O zamanlar Çağal Mahmut’un sözü geçerdi köyümüzde. Hem zengindi hem de eskiden beri kuvvetli bir ‘Halk Parti’liydi. Jandarmaya da sözü geçerdi. Ondan sonra hocamızın elindeki kelepçeyi çözdüler, medresemizi de kapatıp mühürlediler ve bizi de evlerimize gönderdiler.
Köyümüzün zengini ve CHP’li olan Çağal Mahmut Hocamızın da akrabasıydı. Hocayı kurtardı, ama medrese kapanmış oldu. Ondan sonra da medresemiz bir daha açılamadı...
* Bahsettiğiniz ‘medrese’ nasıl bir yerdi?
İki katlı bir bina idi ve alt katı taştan yapılmıştı. Oraya bütün çevre köylerden talebe gelirdi. Hocamız dersleri Arapça olarak okuttuğu için, Arapça öğrenmek için tâ Trabzon’dan öğrenci geldiğini bilirim. Sadece ‘sibyan/çocuk’lar için ders okutulmazdı medresede. Başka dersler de okutulurdu, ama biz daha küçüktük tabiî. Hocamızın yardımcıları da vardı.
* Siz devam ettirdiğiniz ‘gönüllü vaaz’lara nasıl başladınız?
Bu işe bir merakla başladım. Allah’a şükür, Mevlâm bana bir merak vermişti, sürekli dini kitapları okurdum. Askerlikte (Askerliğimi Erzurum’da yapmıştım) bir hoca vardı, o hocadan çok istifade ettim. Okudum, öğrendikçe de bunları başkalarına anlatmaya çalıştım. Öylesine hizmet etmeye çalıştım. Sonraki yıllarda da Risâle-i Nurları tanıdım.
* Risâle-i Nurları tanımanız nasıl oldu?
Bunca okumama rağmen, içimde bir boşluk hissediyordum. Sürekli intisap edeceğim bir ‘şeyh’ arıyordum. Bunun için tavsiye üzerine çok ile, ilçeye gittim, şeyh aradım. Ama tatmin olacağım bir isme rastlamadım. Sonra bir gün İstanbul’dayken Beyazıt Camii’nde namaz kıldıktan sonra yürümeye başladım. Derken, tanımadığım biri arkamdan bana dokunarak, “Kardeşim, senin aradığın Risâle-i Nurdur, onları oku” dedi. Tabiî ben şaşırdım. Beni tanımayan birisi bunu nasıl söyler diye düşündüm. Hatırladığım kadarıyla 1956’da bu hadise oldu. Hayret ettim. “Risâle-i Nur nedir?” diye sordum. Kısaca anlattı. “Peki” dedim, “Ben İzmir’e gidiyorum (O zaman rahmetli babam İzmir’de oturuyordu) orada da var mı bu eserler?” “Var” dedi ve eserleri temin edebileceğim bir kitapçı adresi verdi. (Tilkilik Caddesi’nde bir kitabevinin adresini verdi.) İzmir’e gittim ve verilen adreste Risâleleri buldum, aldım.
İlk olarak “El Hüccetü’z-Zehra” isimli bir eseri almıştım. Şevkle okumaya başladım. Sonra Ankara’ya gittim, orada “Et-Balık Kurumu”nda çalışmaya başladım. Risâleleri okumaya devam ettikçe içimde Üstad’ı ziyaret arzusu doğdu. İsmail Kuzucu diye, Çorum’lu bir arkadaşım vardı. Üç ayların içindeydik ve ikimiz de oruç tutuyorduk. Burdur, Eğirdir üzerinden Barla’ya gittik. Tabiî o zamanlar Üstadı ziyaret çok sıkı kontrol altındaydı, izin yoktu. Biz Barla’ya giderken iki jandarma sürekli bizi takip etti. Burdur’dan Barla’ya Eğirdir Gölü üzerinden motorla geçerek ulaşabildik. Jandarmalar da bizi takip etti. Biz gittik, Üstadın evinin kapısını çaldık. Rahmetli Zübeyir Ağabey bizi kapıda karşıladı. Meramımızı anlattık. “Üstad ziyaretçi kabul etmiyor, ama ben yine de bir sorayım” dedi ve biraz sonra gülümseyerek yanımıza geldi. Üstadın odasına girdik, bizi kabul etti. Şu anda o ziyaret ânı gözümün önünde... Ama biz Üstada bakmaya bile hicap ederdik. Üstadı yatakta oturur vaziyette gördük. Üzerinde cübbe vardı. Bize bir 10 dakika nasihat etti. Ben de daha önce ‘Gençlik Rehberi’ni eskimez yazı ile yazmış ve yanımda götürmüştüm. Orada Üstada takdim ettim. Aldı ve ‘Maşallah’ diyerek sonuna bir duâ yazdı. “Bu risâleyi yazan Yusuf Okumuş’u Cennetü’l-Firdevs’e nail eyle’ mânâsında bir duâ idi.
O esnada Üstad, Zübeyir Ağabeye dedi ki, “Git, iki tane pasta getir, iftarlarını onunla açarlar.” Oysa Ramazan ayında değildik ve biz niyetli olduğumuzu söylememiştik. Bu apaçık bir kerâmet idi. Bir de 25 kuruş bir para verdi bize. O para cüzdanımda olduğu müddetçe hiç para sıkıntısı çekmedim. Ama sonra o parayı kaybettim.
Ve bize dedi ki “Hemen buradan gidin.” Biz toy olduğumuz için Üstadı biraz daha görelim diye Barla’da oyalandık. Niyetimiz, Üstadı dağlara doğru geziye giderken bir daha görmekti. Siz misiniz Üstadın dediğini yapmayan! Gelip bizi jandarmalar yakaladı... Doğru Eğirdir Jandarma Karakoluna götürdüler ve bir odaya koydular. Odada demirden bir ranza, yatak dahi yok. 14 gün biz orada kaldık. Afedersiniz, tuvalete bile izin vermiyorlardı. 14 gün üzerine hakim karşısına çıktık. Mahkemede hakim dedi ki, “Bakın, sizi bu ‘Kürd’ün defterine kaydediyoruz.” ‘Sicil defteri’ dediği kocaman, bir metre boyunda bir defter... Nihayet bizi serbest bıraktılar.
Bu ziyaretten sonra tekrar Ankara’ya, işimizin başına döndük. Üstadı görmem bu kadar.
* Uzun yıllar köy camilerinde çocuklara Kur’ân-ı Kerim ve dinî bilgiler öğrettiniz. Bu çalışmalarınızdan da bir kuruş maddî menfaat temin etmediğinize başta komşularınız olmak üzere herkes şahittir. Bu çalışmalara nasıl başladınız? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Aklımın kestiği kadar, 40 yıla yakın köylerdeki camilerde çocuklara ve gençlere Kur’ân öğrettim. Tabiî ki bu işleri yaparken pek çok sıkıntılarla da karşılaştık. Köyün camisine gidiyorsun, soğuk, odun olmuyor. Kar oluyor, icabında yuvarlanıyorsun... 1 metreden fazla karda evimden kalkıp, başka köylerin camilerine gider çocuk okuturdum...
Çocuk okutmakta engellerle de karşılaştık. İsimleri önemli değil, bir köyde akşamları köy halkına, komşularımıza vaaz ediyordum. İlgi de vardı. 16 maddelik bir şikâyet dilekçesi ile beni şikâyet ettiler, ağır cezada yargılandım. Bu maddelerden biri de Türkiye’ye “Müslüman/İslâm devleti” demiş olmamdı! 16 gün Çayeli’nde cezaevinde yattım. Ama sonunda beraat ettim.
*Yıllardan beri talebe yetiştirdiniz. Onları da göz önüne alarak gençlere neler tavsiye edersiniz?
Gençlere tavsiyemiz, “Niçin yaratıldık, vazifemiz nedir?” bunları öğrenmelidirler. Bu şehvânî arzuların sonu pişmanlıktır. Niçin yaratıldık, Mevlâmız bizi niye besliyor... Bunlar niçin yapılıyor, bunun cevabını öğrensinler.
Bakın, ben 83 yaşına geldim. Dünya lezzetlerinin üzerimde bir etkisi yok, hepsi rüya olmuş. Hani bir insan ölürken bakacak ki, dünyanın sıkıntısı da, zevkleri de bir rüya... Haşr Sûresinde bir âyet var. Meâlen, “Her yaptığınız öteki dünyaya gidiyor” diyor bu âyet. Gençler bunu düşünsün. Dünya ve insanlar boşuna yaratılmadı...
Ömür bir anda geçip gider. Öteki dünya bitmez. Bugün Cehenneme teşvik var maalesef. Bütün insanların amacı mide olmuş gibi anlaşılıyor. İnsan bunun için yaratılmamış. “İnsan en güzel şekilde, kâinatın efendisi olarak” yaratılmış. İnsan kâinata takvim olarak yaratılmıştır. Onun için gençler akıllarını başlarına toplasınlar. Onları bir besleyen var. İnsan aklıyla, fikriyle kâinatla alâkadardır. Bunu öğrensinler, aldanmasınlar. Hem dünya işleri ibadete mani değildir. Hem çalışsınlar, hem de ibadetlerini yapsınlar, ihmal etmesinler. Son pişmanlık fayda vermez.
* Peki Hocam, gençler bunu en iyi ve kolay bir şekilde nereden ve nasıl öğrensinler? Her halde bu bilgiler okul ders kitaplarından öğrenilemez?
Bir hadis-i şerife göre Mevlâmız, her yüz senede bir ‘müceddid-i din’ gönderir. Bunun vazifesi, dini; hurâfattan temizlemektir. Günümüzün müceddidi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. İnsan düştüğü yerden kalkar. Deccalizm, bu milleti iman yönünden tahrip ederek düşürdü. Onun için iman yönünden hizmet eden bu eserleri okumamız lâzım. İmanımızı kurtarmak için bu eserleri okumak şart. Bediüzzaman diyor ki, “Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” İmanı olan her şeye karşı korunur. İmanı elde edemeyen bir kişi hep sıkıntı ile yaşar.
Bu dünya Allah’ındır. Biz Allah’ı razı etmezsek, O bize huzur nasip etmez. Onun için iki dünyanın saadeti de Yaratıcımızı razı etmektir. Onun için bu eserleri okumamız lâzım. Bu eserler iman yönünden insanı mükemmel hâle getirir. Bu iman sayesinde insan, ‘dünya bomba olup patlasa’ korkmaz. İman temeldir. Bu milletin bu kadar kötülüklere sürüklenmesinin altında da iman zaafı vardır. Sonundaki hesabı düşünmemekten kaynaklanıyor. Onun için her an kamera karşısında olduğumuzu ve hareketlerimizin kaydedildiğini, sonunda da hesap vereceğimizi unutmayalım.
Yeni Asya