Kur’an’ın ihbaratından anlıyoruz ki; İnsanların bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızmaktadır.
Asi ve taği kavimlerin başlarına unsurlar vasıtasıyla gelen tokatlar, bidayet-i Nübuvvette Resul-i Ekrem (ASM)’e taş ve ağaçların secde edercesine selam vermeleri, yine küffarın takibinde Resul-i Ekrem’in (ASM) Sebir dağının yalvarmasıyla ondan ayrılmaları hira dağının onları kendisine çağırması yine Resul-i Ekrem (ASM) ile birlikte Hulefa-i Raşidinle üzerlerindeki dağın cazibeye gelerek titremesi gösteriyor ki cemadat, dağlar ve boş sahralar, başıboş değiller, müstakil birer kuldurlar. Vazifelidirler.
Üstad Hz.lerinin Nur talebelerine ve Risale-i Nur’a ehli dünyanın zalimane hücumları esnasında, arzi ve semavi hiddet, zelzele, şiddetli soğuk, kıtlık ve yağmursuzluk ve sair musibetlerin kasdi olarak gelmesi, rast gele ve tesadüfî değil bilakis o cemadatın dizginleri elinde olan bir Sani-i Hâkim’in emir ve iradesi altında hareket etmeleriyle olduğunu belirttiğini görmekteyiz. Bu meyanda hayli lahika vardır.
Bu hakikatı anlamayan bir kısım sözde ilahiyatçı üstadı hâşâ esbaba tesir vermekle itham etmekten sıkılmamışlardır. Hâlbuki Kur’an’ı anlayan ehli hakça bu ithamın ne kadar hakikatsız ve hakikatten uzak olduğunu anlamak zor değil.
Evet, “Tekadü temeyyezü minal ğayz” ayetinin kat’i beyanatıyla ehl-i küfrün ve zalimlerin zulmünden Cehennemin onlara hiddetinden paralanır hale geldiği anlaşılmaktadır.
Bu ayetin işaretinden anlaşılıyor ki, unsurlar ve cemadat sahipsiz değiller ki; kendi camit ve cemet halleriyle bir şey yapamasınlar.
Ahirette cennetin taşı toprağı hayattar olduğu gibi demek cehenneminde bir şahsiyeti maneviyesi ve müekkeli var ki izni ilahi ile oda zalime ve kâfire hiddete gelir, hiddetinden paralanır hale gelir.
Dünyada dahi zeminin ve camit unsurların müekkel vazifelileri var, şuurla istihdam edenleri var, camit ve şuursuz unsurları âlimane, hakimane ve şuurkarane işlerde istihdam eden ve çalıştıran bir Kadir-i Zülcelâl ve O’nun vazifedar melekleri var.
“Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, kâinatta cereyan eden umumi kanunları var.
Bu umumikanunları doğrultusunda, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve Rububiyetin daire-i külliyesinde nevi insanı uyandırmak ve dünyaya ne için gönderdiğini hatırlatmak istiyor.”
Bir kısım İnsanı dehşetli tuğyanından ve zulümlerinden, kısmı ekserisini de haksızlıklara ses çıkarmayıp sükûtundan veya yapılan zulümleri zımnen hoş görmesinden vazgeçirmek istiyor.
Vicdanları harekete geçirmek, hak namına feverana getirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını ve Kur’an’ın hakikatlerini teslim ettirmek ve fıtrata yerleştirdiği emirlerini tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen zelzeleyi, fırtınayı ve benzeri dehşetli afatı nev-i insanın yüzüne çarpıyor.
Âdem (AS) zamanından beri asi ve taği kavimlere gelen tokatlarda hep bu mana kaimdir.
Sultan-ı kâinat hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini ve İzzet-i Rububiyyetini ve dünyanın sahipsiz olmadığını bu şekilde de pek zahir bir surette gösteriyor.
Musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mayası yokluktur. Yokluk ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi insanı atalet ve ülfete ve tembelliğe atan haller hiçliğe yakınlığı içindir ki, âdem deki karanlığı adeta yaşatıp sıkıntı verir.
Üstad Hz.lerinin, zihayatın, bilhassa insanlar ve özellikle masumların musibete düşenlerin halleri fazlasıyla kalbime dokunuyordu. Bu âlemde hükmeden yeknesak kanunlar, sağır unsurlar bu zavallıları işitemez, bilemezler, bunların hususi işlerine müdahale eden yok mu? Bunların bir sahibi bir merhamet edeni yok mu? Diye kalbim feryat ediyordu.
Ruhumun feryadına, kalbimin ağlamasına kafi ve beni sükünete erdiren cevap; sırrı tevhit ile Rahman ve Rahim olan Zat’ı Zülcelalin hadisatın hücumu altında ağlayan zavallılara hususi ihsanatı, özel imdadı hususi rububiyyeti ile olduğunu anlıyor ve;
Her bir zihayat öyle bir Rahim-i Zülcelale mensubiyeti ve kul olması ve bu sır ile hukukunun zayi edilmeyerek baki nimetlerle zayiatının tebdil edilmesi cihetiyle öyle bir kemal bulur ki ebede kadar şükredilse azdır, dediğini görmekteyiz.
Demek, nur-u iman ile bu Sultanı kâinata mensubiyetin ve memlûkiyetin musibete maruz biçarelere, fani can ve mallarının binlerle baki mükâfatlarla mübadele ile inkişafında kemal-i adalet tahakkuk eder.
Evet, Hareket ve tahavvül, değişme vücuttur, vücudu ihsas eder, hatırlatır. Varlığın ve vücudun lezzetini tazeler. Var olma varlık nimetinde bulunmak hâlis hayırdır, nurdur. İşte Hayy- Baki bütün sıfatları sermedi Kayyum-u Baki daima tecelli etmek istiyor.
İşte bir saniyeden ta asırlara varılan ömürlerle tazelenen kafile kafile mevcudat bu dünyaya gönderilip vazife gördürülüp terhis ettiriliyorlar. Bu daimi tazelenmeyi ve teceddüdü gerektiren, isteyen bir şuunat-ı Kudsiyye sahibi Hayatı Sermediyye sahibi biri var ki mahdut bu dünya ve içerisindekilerden nihayetsiz levhaları ve neticeleri almak istiyor ki kâinatı devamlı olarak tazelendiriyor, değiştiriyor. (İsmi Azam Kayyum‘a bakmak lazım.)
İşte musibet, deprem ve benzeri şeyler birden insanın gözünü açtırır. Ona der ki; ey ebed yolcusu ve bu yolculuktan gafil insan sen burada daimi değilsin, ölümsüz değilsin, başıboş değilsin, sabit ve müstakar değilsin, vazifesiz değilsin. Senin çok önemli bir vazifen ve bir seyri seferin var, senden öncekiler gittiği gibi sende gideceksin senin yerine yeni vazifeliler gelecek bunu bil öyle hareket et.
Evet, İzzet ve Azamet-i Rububiyyeti zelil ve gafillere bildirerek intibaha getirmek istiyor. Şevket ve Kemal-i Adaletin tecellileri ile fenaya gidecek can ve malları bekaya tebdil etmek istiyor. Kudret ve Ceberrutiyet-i Rububiyyeti ile zalimleri ve zulümlerini yerin dibine geçirmek demek olan deprem musibetinden daha cemil ve daha kâmil kanun ne olabilir?
Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirecek değil.
Sen sana asilik eden müstahak evladına tokat atmıyor musun?