İslam ve Demokrasi arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken zihinlerin takılıp kaldığı yer Hâkimiyet yani egemenlik ve siyasal iktidarı kimin kullanacağı problemidir. Acaba yasaları meclis yaparsa ve halkın iradesi en yüksek yetki mercii olursa Allahın hâkimiyetine bir noksanlık gelir mi? Hüküm ve hâkimiyet Allahın elinden çıkar mı? Peki, Allah görülmeyen bir varlık olduğuna göre, onun iradesini kim, kimler ve nasıl hâkim kılacaktır? Bu husus Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da tartışma konusu olmuştur. İslam dünyasında bu tartışma Hz. Ali (ra) döneminde başlamıştır. Zamanımızda da maalesef tartışılmaya devam etmektedir. Demek henüz tam olarak çözüme kavuşmamıştır.
Bilhassa Tevhit hakikatini siyasal iktidarın birliği ve topluma hükmetme gücü olarak görme ve algılama yanlışına sahip olanlar Hâkimiyet Allahındır diyerek insan iradesini bu konuda etkisiz ve yetkisiz olduğunu savunmaktadırlar. Aksi olur da insan bir konuda siyasi hüküm verecek olursa Allahın hâkimiyetine karışmak gibi büyük bir günaha, hatta küfre gireceğini iddia edecek derecede işi ileri boyuta taşımaktadırlar.
Bu konuda yüce Allahın Kurân-ı Kerimde geçen Onlar câhiliyye zannı ile Emir ve idarede bizim payımız nedir? diyorlar. De ki: Emir ve idare bütünüyle Allahındır. (Âl-i İmran, 3:154) Allah ve resulü bir konuda hükmünü verdiği zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların başka seçeneği ve tercih hakkı olmaz. (İtaat etmekle mükelleftirler.) Allaha ve Resulüne isyan edenler ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür. (Ahzap, 33:36) Şunu bilin ki, aranızda Allahın resulü vardır. Eğer işlerin birçoğunda o size uymuş olsaydı sıkıntıya düşerdiniz (Hucurat, 49:7) Hüküm ancak Allahındır. (Enam, 6:57) Dikkat edin, hüküm Allahındır. (Enam, 6:62) Allahın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir (Mâide, 5:44) ayetlerini delil olarak ileri sürmektedirler.
Usulid-din ulemasından İmam-ı Gazali der ki İlim, ilim sahibinin hakikati anlamasına perdedir. Zira bir şeyi bildiğini zanneden onun hakikatinden mahrum kalır. Zamanımızın ilim adamları da Gerçekler detaylarda ve ayrıntılarda gizlidir; ayrıntıyı atlarsanız gerçeği bulamazsınız demektedirler. Biz de yüzeysel bilgilerimizi biraz derinleştirelim. Detaylara ve ayrıntılara şöyle bir göz atalım.
Hâkimiyet kavramının iki yönü olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Birincisi kozmik ve madde âlemindeki hâkimiyettir ki Yaratma da emir de Allaha aittir. (Âraf, 7:54) Bu konuda kimsenin şüphesi yoktur. İkincisi ise, insanlık âleminde ve sosyal hayatta siyasal erk dediğimiz yönetim ve siyasal egemenliktir. Tartışma bu sahada cereyan etmektedir.
İhtiyaç medeniyetin üstadıdır. Devletin varlığı insan ihtiyacından doğmuştur. İnsanların güvenlik ve hukukunun korunma ihtiyacı idareciyi, toplumun gelişmesi de devleti, devletin gelişimi ise kurumların teşekkülünü ve gelişimini sağlamıştır. Devlet insanın dünyevi ihtiyaçlarından doğduğu ve dünyaya ait ihtiyaçlarına cevap verdiği için dinin emri değildir. Nasıl ki çalışmak ve yemek insanın temel ihtiyacıdır; bundan dolayı Allahın çalışınız ve yaşamak için yiyiniz emri yoktur. Hakka ve hukuka riayet ediniz, haksız kazanç edinmeyiniz ve helal ve temiz şeyleri yiyiniz ve yerken israf etmeyiniz emirleri vardır. Aynı şekilde devlet ve idarecilik emir değildir; ama idarecinin adil olması emredilmiştir.
Devlet doğası gereği ırkî olduğu için dinin devleti olmaz; ancak milletlerin devletleri vardır. Din ise devletler üstüdür. Devletin hâkimiyeti maddidir, dinin hâkimiyeti ise mânevidir. Din akl-ı selim sahipleri tarafından kabul edilir, kalplere ve gönüllere hükmeder. Bunun için devletin hâkimiyeti cüzî, hükmü geçici ve devamlılığı sınırlıdır. Din ise insanın olduğu her yerde vardır ve hükmü ebedidir.
Bir devletin varlığının temel şartı, egemenliğinin alameti kendi başına karar verme, bağımsızlığını ilan etme, vergi koyma, savaş kararı alma, yönettiği halkını refah ve güvenlik içinde yaşatmak için kanun yapma ve kural koyma gibi hususlarda bağımsız olması, yani karar verme ve bunu uygulatma kabiliyetine sahip olması gerekir. Çağdaş dünyada egemenlik mutlak değildir. Uluslar arası sözleşmeler, genel hukuk ve ahlak kuralları ile kısıtlanarak keyfilikten arındırılmaya çalışılmaktadır.
Her şeyden önce kevnî/ontolojik hakimiyet Allaha aittir. Şirke ve iştirake yer yoktur. Allahın kâinata koyduğu Sünnetullah denen fıtrî şeraite uymak iradî değil zorunludur. Ancak insanın iradesine hitap eden teklifî şeraite uyup uymama konusunda insan hürdür. Uyulmadığı zaman cezası dünyevî değil uhrevîdir. Dolayısıyla siyasal alanda insana hürriyet verilmediği, her şeyin Allahın iradesi ile belirlendiği ve insanın buna uymaya mecbur olduğu düşüncesi doğru değildir.
İslam inancına göre insan iradesi dâhilinde olan hususlarda hürdür. Allahın emir ve yasakları insan iradesini kısıtlayıcı ve zorlayıcı değildir. Bilakis insan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırmaya yöneliktir. İnsanın hâkimiyet ve hürriyet alanı çok geniştir. İnsan yeryüzünün halifesidir. (Bakara, 2:30) İnsanın yeryüzünde halife olması, Allahın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. (İşaratul-İcâz, 2006, s. 424) Allahın insan iradesi ve hâkimiyeti konusundaki iradesi ise Kurân-ı kerimde belirlenmiştir. Allahın bu konudaki emri ve kanunu ise Yöneticisini ehil olanlardan seçmesi (Nisa, 4:58) ve seçtiği bu yöneticiye itaat etmesidir. (Nisa, 4:59) Yöneticiye emri ise İstişare ile hareket etmesi (Şura, 42:38) ve Adil olmasıdır. (Nisa, 4:58) İstişare ve adaletin gereği ise Hüküm çoğunluğa göre verilir (Münazarat, 81) kuralına göre çoğunluğun kabul ettiği şekilde hükmetmektir. Adil olan ve Allahın iradesine uygun olan da budur. Bu hususun tatbikatı Asr-ı Saadet döneminde Hulefa-i Raşidin tarafından uygulanarak gösterilmiştir.
Siyasal bilimciler ve siyaset uzmanları Allahın emri olan idarecinin seçim ile belirlenmesine ve seçilenlerin de kurumlar ve kurullarını İstişare ile yönetmesine Demokrasi adını vermektedirler. Bediüzzaman da böyle bir devlet idaresine Demokratların idaresi demiş ve desteklemiştir.
Bu durumda Bediüzzaman Emir ve idare bütünüyle Allahındır. (Âl-i İmran, 3:154) ayetine zıt mı hareket etmiştir? Asla ve katâ! Bu ayet bize Meşrutiyet ve Demokratik idarenin Allahın iradesine uygun bir idare olduğunu anlatmaktadır. Câhiliye zannı gibi keyfî ve baskıya dayanan bir idareyi istemeyin seçime ve istişareye dayanan Allahın iradesine uygun olan ve sizin hür iradenizin de kullanımını sağlayan böyle bir idareyi benimseyin demektedir. Sahabelerin uyguladığı meşrutî, cumhurî ve demokratik idare akla, mantığa, şeriate ve yukarıdaki ayete daha uygun değil midir?
Hâkimiyet Allahındır diyerek Allah adına kendi irade ve yorumlarını egemen kılmak ve üstün irade olarak görmek çok büyük yanlıştır. Bu yanlış irade kullanımından dolayıdır ki muharref Hıristiyan ruhanileri Hz. İsa adına kilise hâkimiyeti ile Avrupada Skolastik bir dönem yaşatarak istibdadın en dehşetlisini uygulamıştır. Tarih buna şahittir. Sahabeler ise asla Allah adına hareket etmemişlerdir. Hz. Ebubekir (ra) Ben Resulullahın halifesiyim derken, Hz. Ömer (ra) Ben müminlerin işlerini yapmak üzere seçilmiş bir emirim. Bana Allahın halifesi ve Resulullahın halifesi demeyin. Müminlerin emiri, Emirel-Müminin deyin demiştir.
Hâkimiyetin kullanımında en doğru yol ve usul milletin hâkimiyeti prensibi ile hareket etmektir. İslam mütefekkirleri ve bilhassa Bediüzzaman Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Siz de hâkim oldunuz (Münazarat, 1996, s. 23) demektedir. Millet iradesinin hâkimiyeti ile Hüküm Allahındır Allah ve resulü bir konuda hükmünü verdiği zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların başka seçeneği ve tercih hakkı olmaz. Allaha ve Resulüne isyan edenler ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür (Ahzap, 33:36) ayetlerinin anlamı doğru olarak anlaşılmış ve yerli yerine oturmuş olur.
Cahil gençlerden oluşan ve yüzeysel olarak ayetlere bakıp derinlemesine düşünme melekelerini çalıştırmayan Hariciler Hüküm ve hâkimiyet Allahındır. Yâ Ali! Sen Allahın hükmü ile hükmetmediğin için küfre girdin diyerek Hz. Ali gibi İlmin şehri olan şanlı sahabeye ve seçilmiş devlet başkanına savaş açtıkları bir gerçektir. Hâricî mantığı ve basit bedevî düşüncesi ile Kurân-ı Kerimi ve Allahın ayetlerini anlamaya çalışmak elbette bizi hak ve hidayete irşat etmez.
Bediüzzaman hazretleri Divan-ı Harb-i Örfî tarafından Sen de mi şeriat istiyorsun? diye sorgulandığı zaman bir taraftan Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir derken (Divan-ı Harb-i Örfî, 19) diğer taraftan Meşrutiyet, adalet ve şeriattır (s.23) diyor ve Meşrutiyet-i meşrua diye kayıt falan koymuyordu. Şeriat ile meşrutiyet arasında çelişki olsaydı Bediüzzaman her ikisini birden savunur muydu? Asla! Şeriatın siyasi hayatta uygulaması meşrutiyet ve onun daha gelişmiş şekli demokrasidir. Bediüzzaman bunu nazara veriyor, Meşrutiyeti şeriat namına alkışlıyordu. (s. 24)
Siyasi hayatta hüküm ve hâkimiyetin insanlarda ve kamuoyunda olması Allahın hâkimiyetinin sınırlanması anlamına gelmez. İnsana hürriyet veren ve hükmetme yetkisi ile donatan Allahtır. Allahın iradesi insanın iradesini hür olarak kullanması yönündedir. Hal böyle olunca hâkim olan Allahın iradesidir. Çünkü bilginler Allah hükmünü milletin iradesi ile ortaya koyar demişlerdir. İnsan bunun gereğini yapmadığı zaman Allahın iradesine uymamış olur.
Demokrasi/meşrutiyet hâkimiyet-i millettir (Münazarat, 23, 42, 79) diyen Bediüzzaman Meşverette de hüküm ekserindir (s. 41) İcma-i ümmet şeriatta bir delil-i yakînidir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta muteber ve muhteremdir (s.40) buyurarak toplumun ve kamuoyunun hüküm verme ve iradesini ortaya koymasının şeriata uygun olduğunu açıkça belirtir.
Osmanlının meşrutiyete geçmesi ve Meclis-i Mebusanın Kanun-i Esasiyi kabul ederek yeni kanunlar yapmasına bir kısım ulema-i zahir şeriat namına kendi akıllarına göre Araptan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Türkleri tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Kânun-i Esasiyi ve Hürriyeti tekfire delil gösterirlerdi. Allahın hükmü ile hükmetmeyen kâfirlerdir ayetini de delil gösterirlerdi. Bediüzzaman bu düşüncenin yanlış olduğunu açıkça belirtir. Biçare bilmezdi ki hükmetmemek tasdik etmemek ve kabul etmemek anlamındadır (Münazarat, 124) ifadeleri ile izah eder.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri gerek Divan-ı Harb-i Örfideki müdafaasının, (Bu müdafaa bir nefis müdafaası değil, Meşrutiyetin/demokrasinin müdafaasıdır) gerekse doğuda aşiretlere meşrutiyeti anlatmasının amacını: İsterim ki meşrutiyet ve hürriyet-i şeriyenin sünnetini onlara ezber ettireyim (Münazarat, 109) cümlesi ile ifade etmiştir.
Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir. İslam dünyasının ve bilhassa ülkemizin en önemli problemi siyasidir. Bediüzzamanın anlatmak istediği İlkeli demokrasi/meşrutiyet ve cumhuriyet konusunda mutabakat sağlanmadıkça ne ülkenin birliği ne de İslam birliği mümkün görünmemektedir. Bunun yolu da Bediüzzamanın Münazarat ve Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserlerini okuyarak yine Bediüzzamanın doğudaki aşiretleri irşat etmeye çalıştığı gibi milleti irşat etmeye, demokrasiye sahip çıkmaya davet etmektir. Şerait namına demokrasiyi desteklemek ve demokrasinin ve hürriyet-i şeriyenin sünnetini ezberlemek ve başkalarına da ezber ettirmektir.