Hâkimiyet paradigması

İbrahim KAYGUSUZ

Kavramlar toplumsal ve dini hayatımızın yol gösterici simgeleridir.
Onun için dostlar ve düşmanlar simgelerden korkmamalıdır.
Hele bu simge nurani ise.

Nebevi kaynaklı  “cemaat”  kavramı böyledir. Bu kavramı toplumsal hafızamıza tekrar kazandıran Bediüzzaman’dır.
Yani Cumhuriyet sonrası literatürümüze giren tedavüldeki cemaat manası Bediüzzaman kaynaklıdır.

Nurculuk kavramı ile başlayan bu adlandırma süreci zamanla bütün dini gruplara teşmil edildi, ne güzel.
Sosyoloji literatürü ile yakından ilgilenenler bilir, Ferdinant Tönnies menşeli Gemeinschaft /Gesellschaft (cemaat/cemiyet) kavramı zikrettiğimiz bu algının çok uzağındadır.

Tartışma Ekrem Dumanlı ile başlamadı, uzun bir geçmişi var.
Cemaat, toplumsal söylemin en çok tartışılan olgularından birisidir. Marjinal bir söylemden ziyade siyasi, ekonomik ve kültürel boyutları olan bir konudur ve temeldeki karşılığı dinidir.

Cemaat kavramı bireye kimlik kazandıran ve ona ruh veren efsunlu bir kavramdır.
Bu dini kavram modernleştirme süreci ile birlikte çalınan dünyamıza ve yitirdiğimiz mana köklerimize tekrar hayat verdi.

Kemalizmin büyüsünü bozan, Bediüzzaman’ın ürettiği bu kavramdır!
Kemalizmin dayattığı ulusculuk, laiklik ve kaba pozitivizm ideolojilerine karşı  Bediüzzaman’ın öncülük ettiği cemaat gerçeği samimi ve uhrevi  bir “saf”  alan sundu. 
Çarpık ilişkiler ağına yuvarlatılan modernite mağduru milyonlarca insan, bu cemaatin oluşturduğu yüzbinlerce sohbet halkasından geçirildi. Manevi istihaleden geçen bu milyonlar hayata tekrar kazandırıldı.

Geniş bağlamda mimsiz medeniyetin dayattığı yıpratıcı ve ezici dalgalar karşısında cemaatler bu memleketin hem dalgakıranı hem de dalga kuranı oldu.
Gözle görülür olan somut gerçeği “marjinallikle” ifade etmek hakka karşı insafsızlık olur!

Çekirdek nurcu cemaat bu memleket, alem-i İslam ve insaniyet çapında muazzam hizmetler deruhte etti ve el’an etmeye devam etmektedir.
Görünürde ve şekilde parlak maddi makamlar aramak safdillik olur.

Bediüzzaman, “Mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri, âdi, âmi adamlar” olarak görmenin tehlikesine dikkat çeker ve “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan?” sorgulamasını nazara verir. (13. Şua)

Kavramlara hayat veren kutsallardan korkmamalı. Kutsallar sıradanlaştırılırsa yüksek kule çatırdamaya başlar, dikkat!

Hak, hakikat ve şefkat esaslarının hayat verdiği cemaat manası, siyasi çatışmalara ve kurumsal rekabetlere kurban edilmemelidir. Değilse ad değiştirmekle başlayan süreç, manasını ve ruhunu değiştirmeye doğru evrilir.

Kulluk, tevazu ve mahviyetin şekillendirdiği bir cemaatin mensubu olmak, şereflerin en büyüğüdür.
Bu şerefli mensubiyet canavar siyasetin rekabet anaforuna sürüklendiği gün “öz”ünü kaybeder. Onun için Bediüzzaman hayatının sonuna kadar siyasetten uzak yaşamıştır.

Maddi ve kurumsal teşekküllerin merkezi rol oynadığı yapılanmalar cemaatin uhrevi özünü yaralar, dünyevi, maddi ve nefsi menfaatleri ön plana çıkarır. Bu durumda ihlasın ruhu kaçar. Onun içindir ki Bediüzzaman hayatı boyunca maddi şeylerden tamamen uzak durmuştur. 

Cemaat kavramına bol miktarda atıfların yer aldığı Kastamonu Lahikasında Üstadımız şöyle bir cümle kaydeder: “Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür. Hem tahrip değil, tamirdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz.”

Hâkimiyetin ve mahkûmiyetin sınırları iyi çizilirse “dar”lığın ve “geniş”liğin doğru tanımına ulaşılır.
Maddi hâkimiyet paradigmasının şekillendirdiği bir  “odaklılık” tecavüz ve tahrip sınırlarına yakındır.
Onun için ferdî, cemaatî ve toplumsal düzeyde prensip şu olmalıdır: “Tecavüz değil tedafü, tahrip değil tamir, hâkimiyet değil mahkûmiyet.”

Toplumsal düzeyde bunun zıtları, siyaset, para, maddi güç ve rekabettir.
Peki neye mahkûmuz?
İnsanların imanını kurtarmaya, herkese şefkat etmeye, kimseyle rekabet etmemeye, çatışmamaya, maddi menfaatin peşinde koşmamaya vs, vs mahkûmuz.

Peki bunu yaparken davranış bazında neye mahkûmuz? Elbette On Üçüncü Şua’da zikredilen “mahviyet, tevazu ve hizmetkârlığa” mahkûmuz.
Bu şerefli haller ile donanımlı cemaatin adı ne zaman “dışa kapalı bir zümre” oldu?

Bediüzzaman en büyük gücün ihlas olduğunu söyler.
Maddi güç, insan kalabalığı ve devlet erkindeki hâkimiyet miktarı başarının göstergesi değildir.
Unutmayalım: “Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lahikası)

Yükün altında kalmamak için kendimizle tekrar yüzleşmeye, aynaya bir daha bakmaya ne dersiniz?

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.