"Bir doğabilimciye sorarsanız size hiçbir türün bir diğeriyle savaş içerisinde olmadığını söyleyecektir." (Daniel Quin, İsmail'den...)
İman edenler hakkında "Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler..." hakikati Kur'an'da sık vurgulanıyor. Buna biraz daha derinden bakalım istiyorum şu yazıda. Hakikaten de doğru bizzat cesaret ve mutluluk vericidir. Birşeyin doğru olması ona duyulan güveni arttırır. Doğru olmak bir açıdan 'kainatla uygun adım yürümek' anlamına gelmesinden dolayı insana kendisini güçlü hissettirir. "Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez." Neye doğru diyorsak onda cesaret ediyoruz. Neye cesaret ediyorsak onu doğru biliyoruz. Doğruyu da 'olması gereken' veya 'olmazsa olmaz' gördüğümüzden dolayı rahatlıkla ve sebatla savunuyoruz. Vicdanımız bize bu emniyeti ve sebatı veriyor.
"Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar."
Uyum da tıpkı yerçekimi gibi bir kuvvettir ve hakkın kuvveti uyumdur. Kafamız modern medeniyetin kuvvetperesti de olsa, içimizde bir yer "Hakkın hatırı âlidir!" demeyi hiç bırakmadığından, haklı olmakla zaten kuvvetli olduğumuzu bilerek rahatlıyoruz. Cesaret ki, korkusuzluktan çok, korkunun yanlış olduğunu kendine açıklayabilmendir. O da bir nevi rahatlıktır.
Doğruyu seçmek, doğruyu yapmak, doğruyu savunmak kainatla uygun adım yürümektir. Ve çevresiyle uygun adım yürüyenin içi rahatlar. Uyum, bizzat bu rahatlığın kendisidir. Rahatlık, uyumun görülmesi, hissedilmesi, en azından sezilmesidir. Uyum rahatlığı, rahatlık ise cesareti tetikler. İmansa en büyük uyumdur! Çünkü yaratılış maksadıyla ve yaratılan herşeyle uyumdur.
Tabii bütünle uyum başka, parçalarla uyum başka. Uyum arayışı ile de imtihan olur insan. Kafir, bütünü örterek sorunlu okuduğu/ilişki kurduğu parçalarla uyumunu korumaya çalışan demektir. Fasık da böylesi bir parça uyumu peşindedir. Günahlara müptela birisini düşünelim. Onun uyum sağlamaya çalıştığı şeyler günahlardır. Nefis parçalara âşıktır. Nefisperest ânı yaşamak ister. Parçalarla uyumundan bir rahatlık devşirmeye çalışır. Çevresindeki insanları kendisi gibi yapmaya, kendisi de onlar gibi olmaya çalışarak bir uyum peşinde koşturur durur. Tevhidin gösterdiği en büyük bütünlüğe ise körleşmiştir.
"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."
Kafir de kendisini mutlu edecek olanın 'uyum' olduğunun farkındadır. Ama kime uyacaktır? Hayatının bütünlüğüne mi, yoksa gençliğinin coşkunluğuna mı? Vicdanın ve mantığın bütünlüğüne mi, yoksa nefsin 'parçada boğulmaya meyyal' aceleciliğine mi? Genelde gençliğin 'coşkunluğu' ve nefsin 'acelesi' tercih edilir. Ve bütünün diğer renkleri de ortaya çıktığında ancak parçadaki ifratın yanlış olduğu anlaşılır:
"Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes'ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak."
Bütüne uyumun formülü, bütünü görenin kelamında, Kur'an'da. Dolayısıyla cesaretin kaynağının 'doğru/hakikat' olduğunu savunmakta kararlıyım. Fakat cesaretin membaı olan doğrunun doğruluğuna biz ne kadar inanıyoruz? Bu, onu savunuşumuzu etkiliyor. Doğru hakkında cesaretli olmak için o doğrunun doğruluğuna da tam inanmış olmamız gerekiyor. Bu noktada devreye iman girer. İnsan inandığı doğruları savunabilir ancak. İnanmadığı doğrular, doğru olsalar da, onun için cesaret üretecek kadar doğru değillerdir. 'Olmazsa olmaz' değillerdir. Kainatla uygun adım olduğunda şüpheler var demektir.
Mesela zalime karşı mazlumun elini alıkoyan, korkudan önce, yapacağının doğru olup olmadığı konusundaki şüphesidir. Mazlum, mazlum olduğuna ve karşısındakinin de zalim olduğuna yeterince inanmazsa, zulme direnmez. Zulmü içselleştirmenin bir yolunu bulmuştur. Yine doğru söylenmesi gereken bir yerde 'kaybettirmesinden' ötürü yalanı tercih eden kişinin, muhtemelen doğrunun 'kazandıran' olduğu hakkında şüpheleri vardır. Ona göre yalan da kazandırma gücüne sahiptir. Doğru kaybettiren de olabilir. Doğrunun kaybettireceğini düşünmek doğruya doğru bir şekilde iman etmemenin delili olduğundan ardında cesaretle duramaz. Halbuki Kur'an der: "Akıbet takva sahiplerinindir." Doğruda kalmayı başarırsan akıbet kesinlikle senin olur.
"Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek."
Ey kelime-i şahadeti söylemekle imanın sonuna geldiğini sanan! Kalbini yokla bakalım, şeriatı tüm detaylarıyla ne kadar cesaretle savunabiliyorsun? Doğruya, doğru olduğunu bildiğin halde, ne kadar güveniyorsun? Onu telaffuz ettiğinde ruhun ne kadar rahatlıyor? Aksini düşünmek seni ne kadar delirtiyor? Yoksa sen de benim gibi hayatında başka kalbinde başka mısın? "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur..." mu diyorsun yoksa? Ama baksana, bütün asla değişmiyor: "Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor." İmanının ne kadar güçlü olduğunu, ardındaki cesaretinin ne kadar güçlü olduğuyla ölçebilirsin. İnsan inandığı şeyleri güçlü savunur. Hem demiyor mu Bediüzzaman; cesareti de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın risaletinin bir delilidir:
"Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü, bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâubâli bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev âdi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir dâvâda yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi?"