Asr-ı Saadet'le ilgili okumalarımdan edindiğim bir ders, ‘asabiyet’in asla gözardı edilmemesi gereken bir damar olduğudur.
Öyle ki, Kur’ân’ın aydınlığında ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın örnekliğinde nice zor durumu aşmış, nice âdeti ve itiyadı terketmiş, nice kişilik özelliğini terbiyeye tâbi tutmuş sahabiler arasında bile zaman zaman bir gerilim yaşanmışsa en çok da asabiyet sebebiyle yaşanmıştır. Münafıklar ile Yahudilerin, geçmiş dönemi hatırlatan şiirler okudukları söylenir meselâ.
Asabiyet, söner, ama ölmez. Uygun zemini bulduğunda tekrar canlanır, uygun rüzgârı bulur bulmaz yeniden alevlenir.
Asabiyetin ne kadar güçlü bir damar olduğunu, daha dar dairede, Risale-i Nur câmiası içinde Bediüzzaman Said Nursî’nin iman kardeşliğini merkeze alan ‘müsbet fikr-i milliyet’ kavramını kendi milliyetçiliklerini meşrulaştırmak için ‘müsbet milliyetçilik’ üretenlerde de görürüz. Böylece, başkalarının yaptığı ‘ırkçılık,’ bizimki ise ‘müsbet milliyetçilik’ olabilir. Ölçü ve uyarı orada aynen durmaktadır, ama o ölçü artık bize işlemez; o uyarı oku başkalarına değer, ama bize teğet geçer.
Halbuki bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın belli bir milliyeti üstün tutan bir yaklaşımı kategorik olarak reddettiği açıktır. Bu, başka birçok bahsin yanında, “Onbeşinci Mektup”ta Hz. Hasan ve Hüseyin’in Emevîlerle mücadelesini ‘din ile milliyetin muharebesi’ olarak tarif etmesinden de anlaşılır. Çünkü Emevîler, asla ‘dini bırakalım, milliyete yönelelim’ demiş değillerdir. Dedikleri, İslâm’ın birinci muhatapları olarak Arapların asıl, İslâm’ı sonradan onlardan öğrenen unsurlar olarak diğer milletlerin ise ikinci sırada ve değerde olduğudur. Ama Bediüzzaman, bu yaklaşımla “Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler” demektedir. Zararın ilki, diğer Müslüman milletleri ‘tevhiş’ etmeleri, yani bugünkü dille ifade edecek olursak, yabancılaştırmaları veya ötekileştirmeleridir. İkincisini ise şöyle ifade eder Bediüzzaman: “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.”
Böylece, Bediüzzaman’ın sosyal ve siyasî hadiselere bakışında her zaman belirleyici olan temel Kur’ânî ilke bir kez daha karşımıza çıkar: adalet! Temel ilke, odur. Adalet, vazgeçilmezimizdir. “Adil olun; takvaya yakın olan budur” (Mâide, 5:8) âyeti başta olmak üzere, Kur’ân’ın tekrar tekrar bize hatırlattığı gerçek budur.
Ama unsuriyet ve milliyet esaslarıyla bakan bir kişi, adaletin gerektirdiği ‘ilkesel’ bakışa sahip olamaz. Bilakis, önüne gelen meseleyi ‘asabiyet’in getirdiği ‘ilişkisel’likle değerlendirir. Meselâ birebir aynı meselede kendi asabiyetinden olanın haksız olduğu halde haklılığına, diğer unsurdan olanın ise haklı olduğu halde haksızlığına hükmedebilir. Terazisi, doğru tartmaz.
Ama aslolan, yapanın ‘kim’liğiyle değil, yapılanın ‘ne’liği ve niteliğiyle hüküm vermektir. Doğru, kim yapmışsa veya söylemişse doğrudur; yanlışa ise, kim yapmış ve söylemiş farketmez, yanlış demek gerekir. Meşhur bir ailenin Fâtıma isimli ferdi için hükmün uygulanmaması için araya girenler olduğunda Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın “Kızım Fâtıma bile olsa…” diye başlayan sözü, bu tavizsiz adalet ilkesinin şaşmaz ifadesidir. Ancak asabiyet, yapılan yanlışsa bile yapan bizdense tevil etmenin yolunu bulur. Yapılan doğru da olsa yapan bizden değil ‘karşı taraf’tan ise bertaraf etmenin yolunu arar.
Adalet terazisini bozan bu asabiyet, sadece unsuriyet ve milliyetle ilgili değildir elbet. Kişiyi ilkesel tutumdan alıkoyan, ilişkisel tavır almaya yönelten bütün ‘hassasiyet’ler asabiyetin kapsama alanı içindedir. Siyaset tarafgirliği, cinsiyet ayrımı ve sınıf aidiyeti gibi bir dizi unsur da bunun içindedir. Hatta bu çizgide, tuttuğu takıma, mezun olduğu okula, ait olduğu dinî veya ideolojik gruba göre ayrımcılıklar dahi görür gözlerimiz.
Sonuç itibarıyla, ilke, ‘kim’e bakmaz, ‘ne’ye bakar. İlkeli terazi, tartıya konulan şeyi, kimin olursa olsun, aynı tartar. Medyenlilerinki gibi, alışta ayrı, satışta ayrı gramajda ölçeği de yoktur.
Buna karşılık asabiyet—milliyet, sınıf, siyaset, ideoloji, hangisi sözkonusu olursa olsun—bozuk bir terazidir. Asabiyetle bakan, ilişkiselliği ilke haline getirdiği için, gerçek ilkeselliği ‘anormallik’ olarak yaftalamaya kalkışır bir de.
Üniversitenin ilk yıllarında, bunun canlı bir örneğini gördüğümde nutkum tutulmuştu. 12 Eylül ihtilalinin ilk yılları içinde idik. Hemen her üniversite sınıfında bekleneceği üzere, her kesimden, her görüşten öğrenci vardı sınıfımızda. Dindarlar, sekülerler, sağcılar, solcular, ülkücüler, sosyalistler, liberaller, Kemalistler; ve her birinin kendi içinde daha alt grupları… İhtilal şartlarında, özellikle de Siyasal Bilgiler eğitimi alan gençlerin büyük kısmı tahmin edileceği gibi demokrasilere askerî müdahalenin karşısındaydı. Ama istisnaları da vardı bunun; meselâ sınıfımızdaki seküler ve Kemalist öğrencilerin bir kısmı Kenan Evren’in yaptığı darbeye değil ama, meselâ Pakistan’da Ziyaülhak’ın yaptığı darbeye karşıydılar. Onlar için darbe bizzat kötü değildi; yapanın ‘kim’liğine ve ‘ne için’ yaptığına göre bir darbe iyi veya kötü, meşru veya gayrimeşru olabiliyordu. Yazık ki, bu yaklaşımın zıt kardeşi de mevcuttu. Hepsi öyle olmasa da bazı ‘İslâmcı’ arkadaşlarımız, Ziyaülhak için bir savunma geliştirirken, 12 Eylül darbesine muhaliftiler. Diğer taraftan, kendi çizgilerini de hedef seçtiği için 12 Eylül darbesine karşı olan kimileri, onlara dokunmadığı için veya lehlerine gözüktüğü için 27 Mayıs’ı ise gönülden savunuyorlardı.
Bütün darbelere aynı şekilde darbe demek, seçilmiş yönetimlere gayrimeşru müdahaleye kim-kime karşı bakmadan ‘ama’sız tavır koymak, ‘ilkeli’ bakanlar için güneş gibi aşikar ve su içmek kadar kolay, ama şu veya bu zihniyetin asabiyetiyle bakanlar için mümkün olmayacak kadar zordu.
O günlerden bugüne zihin arşivimden seneler birbiri ardınca geçiyor da, değişen birşey olmadığını görüyorum. İlkede buluşmayı şiar edinse iki yakası biraraya gelecek olan şu ülke, ilişkisel bakanların elinde bir türlü buluşamıyor, yolunu düze çıkaramıyor.
Halbuki, gerçek açık: Yanlış, yapan kim yapılan kim olursa olsun, yanlıştır. Doğru, söyleyen kim söylenen kim olursa olsun, doğrudur.
Meselâ, Kemalistlerin devlet gücünü hukuka aykırı şekilde kullanması ne kadar yanlışsa, Hamidistlerin hukuka aykırı şekilde kullanması o derece yanlıştır. Dindarları ‘28 Şubat mağduru’ yapan keyfîlikler, dindar kişiler elinde başka bazıları aynı keyfîlikle ‘KHK mağduru’ yapıldığında da aynı derecede yanlıştır. Bir yargı kurumunun A ideolojisinin emrinde hareket edip sözümona yargı dağıtması ne kadar adaletsiz ise, aynı yargı kurumunun B ideolojisinin emrinde hareket edip A ideolojisine sahip olanlara aynısını yaptığında da adaletsizdir.
İlke, bize eksen verir. İlke, kim adına ve kime karşı olursa olsun, haktan ve adaletten sapmamanın garantisidir.
Gelin görün ki, Frantz Fanon’un özgürlük ve adalet mücadelelerinin büyük kısmının ‘başarıya’ ulaştığında yaşattığı hüsran duygusunu ifade için ortaya koyduğu üzere, kölenin en büyük hayali özgür olmak değil efendi olmak ise, kişileri değişse adaletsizlik baki kalır.
Ancak, ilkenin mücadelesini vermek, kimin lehine olursa olsun haktan yana, kime karşı olursa olsun haksızlığa karşı demek sanıldığı kadar kolay değildir. Haksızlığa uğradığında hakkı için mücadele verdiğiniz niceleri, güç ellerinde iken haksızlığa yeltenir de kendilerini uyarırsanız, uyanmaz ve teşekkür etmezler genellikle. Bilakis, alttan üstten bin türlü yöntem kullanarak, ilkeyi hatırlatan sözünüzü ve ilkeli duruşunuzu kıymetten düşürmeye çalışırlar. Bunun en kolay yolu da, yanlışı yapan ‘sizden,’ kendisine yanlış yapılan ‘onlardan’ ise; yanlışa tavır koyup hakkı ketmedilenin hakkını savunduğunuz için sizi de ‘onlardan’ ilan etmektir. Halbuki meselâ bir komüniste yapılan haksızlığa tavır koymakla komünist, bir liberalin söylediği doğruya sahip çıkmakla liberal olunmaz; adil olunur, insan olunur.
Hak kimin hakkı ise sahibine iadesini istemek bizi şu partiden veya bu zihniyetten yapmıyor velhasıl; bizi adil biri yapıyor. Aynı şekilde, yanlışı yapan bizdense yapılan yanlışa sahip çıkmakla ‘müslümanca’ bir eylem yapmış olmuyoruz, bilakis Kur’ân’ın hükmünü çiğniyoruz.
Ne diyor Rabbimiz:
“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan; ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisâ, 4:135)
Bilip de yapabilenlere selam olsun.
Âyetin mucebince amel edenlere utanmadan kara çalmaya kalkanlara yazıklar olsun…