Geçtiğimiz günlerde bana bir mesaj geldi. Hem de pahalılık ve enflasyona karşı bir cevap sanılan, garip, sofiyane, temelli yanlış bir mesaj:
“Pahalılık sana telaş vermesin!
Bu hayatta yiyeceğin lokmalar mukadder, içeceğin yudumlar belli, alacağın nefesler sayılıdır!
Eceller ve rızıkları piyasa değil, Kaza ve Kader tayin eder.
Alımın gücü değil, Rezzak’ın takdiri esastır!
Şer bildiğinde hayırlar gizlidir. Vakit telaş değil istiğfar vaktidir.”
***
Risale-i Nur’la kadere imanı okuyanların asla söyleyemeyeceği, Ehl-i Sünnet itikadına tamamen aykırı bir efkârın eseri! Tam bir Cebriye fikri olduğunu siz de görmüşsünüzdür!
Ben de Risale-i Nurlardan idrak ettiğim kadarıyla bu mesele üzerinden bu iman hakikatinin aslını anlatmak cesaretinde bulunacağım.
A-Normal insanlar, Nurlu Müminler pahalılığa da, acı veren her şeye de üzülebilir. Belki üzülmenin adabına uyarak da olsa, sınırlarına riayet de etse insan için üzülmek normal bir tepkidir.
Bir zamanlar bir genç arkadaş eniştesi, ablası ve onların büyükleriyle ilgili önemli bir dert için bizi evde görüşmeye davet etti. Enişte, ciddi bir öğretmendi. Ablası, şuurlu bir mümin olarak görünüyordu... Anne-babanın da Müslüman insanlar olduğu anlaşılıyordu. Bu ailenin küçük bebekleri kan kanserinden vefat etmiş; yakın çevresi ve aile büyükleri ona “isyan olmasın, ağlama, feryat etme…” demişler! Anne ağlayamamış, isyan etmemek için acısını içine atmış! Psikolojik bir bunalımda perişan vaziyette görünüyordu!
Biz önce Rehber-i Ekmelimiz Peygamberimiz Muhammed’in (asm) oğlu İbrahim’in vefatında ağladığını, sahabelerin “Sen de mi? Ya Rasulallah…” diyerek yanlış yaptığını ima etmeleri üzerine, “Rabbim size merhamet vermemişse ben ne yapayım… Kalp üzülür göz yaş akıtır!” deyip, insanın evladının vefatını sınırları içinde üzülüp, ağlamasının normal olduğunu anlatmış diyerek elhamdülillah ortamdaki gerginliğe son verdik. Biz de perişan anne ile beraber gözyaşı döktük.
Ahiretin varlığını, masum çocukların sorgusuz cennetlerde istirahat edeceğini ve ailesine o ebedi zeminlerde çocuk sevgisinin çok üst düzeyde tattırılacağını anlattık. Hatta daha da ileri gidip “Sizin gibi halis insanlara komşu olabilirsem, ona oralarda at, deve olmama müsaade eder misiniz” dedik. Bir de Dr. Mustafa Ulusoy beyin kitaplarından öğrendiğim gibi “O ölmedi, sanki biraz uzaklardaki, mesela Amerika’daki dedesinin yanına, daha iyi yaşamak için gitti, orada daha mesut olarak yaşıyor. Sizi, ileride görmek, beraber yaşayabilmek için o masum haliyle bekliyor. Üzülmeyin” diyerek ahirete imanın lezzetini onlara anlatmaya çalıştık!
İslam’ın yanlış anlaşıldığını, çok meselelerinin içinin doldurulması gerektiğini dersler okuyarak anlattık.
Daha sonra dine karşı olan eniştenin müminane bir hayata başladığını, başka bir ilçede öğretmenlik yaptığını çok sevinerek öğrendim. Yeni çocukları da dünyaya gelmiş. Rabb-i Rahimim onları tekrar çok sevindirmiş.
Başta yazdığım mesajın önemli bir cümlesinin yanlışlığına bu cevap yeter sanırım!
B-Hem Bediüzzaman Hazretleri İşarat'ül İ'caz tefsirinin 193. sayfasında “İbadetin dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve Halık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır…” diyerek dini açıdan ilmen pahalılık belasının çaresini ortaya koyarak bu meseleye ait fikirlerinin serdetmiştir. Telaş etmeyin gibi bir faidesiz, hikmetsiz söz sarf etmemiştir. Dinin de bu konuda fikri vardır, olmalıdır.
C-Hem yine İşarat’ül İcaz’ın 41. sayfasında Fatiha’nın sonlarında geçen DİN kelimesini açarken sebeplerin insan hayatındaki önemi ve bu dünyada onlara riayet etmenin zaruretini ortaya koymaktadır. Hatta o meselede “…daire-i esbapta iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan MUTEZİLE olur ki tesiri esbaba verir…” diyerek büyük tehlikeye dikkat çeker! Mesajdaki kader anlayışı bize uygun doğrulukta değildir. Sebeplere müracaat dünya şartlarında zarurettir!
D-Doğru tevekkül anlayışını da çoğu yerde bu esaslar üzerine bina ederek anlatır:
“Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler,421)
Yazının başında yer verdiğim mesajdaki tarz yanlıştır!
E-Kader bahsini tamamen hem de arkadaşlarla mütalaalı okumak gerekir. Şimdilik direkt bu meseleyi açan metinleri aşağıya almaya çalıştım:
a-Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir.
b-“Cüz'-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev'idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı teyid ediyor, ibtal etmiyor.”
c-“Kader, ilim nev'indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.
Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.” (Bu ‘"Manzar-ı a'lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a'lâdadır." diye bizzat Hadis-i Şerifte geçen harika bir örnektir) (Sözler,467)
d-Kaderde geçmişe hüküm vermek doğru, ama geleceği ona bağlamak bize uygun değildir:
“Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.
Demek kader mes'elesi, teklif ve mes'uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz'-i ihtiyarî, seyyiata merci' olmak içindir ki, akideye dâhil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer'un etmek için değildir. (Sözler,624)
e-Ayrıca iman etmemizi Rabbimiz nasip etse bile, ihtiyarımızın sarfıyla gerçekleşir.
“İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." denilmiştir.” (İşarat’ül İcaz,69)
f-Bizim cüz’-i irademiz Rabbimizin Külli İradesinin üzerine bina edildiği adi (!) bir şeydir. Ancak o bize ait irade ne kadar basit olursa olsun Rabbimizin şuunatından biz O’nun bu basit irademiz üzerine yarattığını anlıyoruz.
“İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani manen der: "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!"
Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü.
Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.
İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za'fta olan abdin iradesini bir ŞART-I ÂDİ yapıp, İRADE-İ KÜLLİYESİ ona nazar eder.” (26.Söz,2. Mebhas, Yedincisi)
“Yani, bunun (bizim irademizin) bir fiile taallûkundan sonra, (Rabbimizin İrade-i Külliyesi) taallûk eder. Öyleyse CEBİR yoktur.” (İşarat’ül İcaz)
g- Biz kanaati, tembelliği, tevekkülü de doğru olarak anlamalıyız.
“Tertib-i mukaddematta "tefviz" tembelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.
Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekler 95)
h-Levh-i Ezeli en son noktayı gösterirse de Levh-i Mahv-ı İspat şartlara bağlıdır:
“Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir." Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyet bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ECEL-İ MUALLAK gibi Levh-i Ezelî'nin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak LEVH-İ EZELÎ'YE kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.
İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihraca binaen veya keşfiyat nevinden verilen haberler, muallâk oldukları şeraiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.” (Lem’alar,184)
Ben bir ilahiyatçı arkadaşa bu kader meselesini anlatabilmek için Rahmi Akman beyin yanında “Ben ömrümü uzatacağım” diye ortaya bir fikir attım! Hocamız “Ecel birdir. Tagayyür etmez!” diye refleks halinde bir İslami hakikat ile cevap verdi. Rahmi bey “ömr-ü tabiisinden önce, ömr-ü fıtrisinden evvel ölenlere ne diyeceksin hocam” diyerek sohbete katıldı!
Ben ısrar ettim. “Ömrümü uzatacağım” diye iddiamı sürdürdüm. Ve bunun Ehl-i Sünnetin kader anlayışına aykırı olmadığını anlattım. “Eğer bizler için konulan Şer’i ve Kevnî kanunlara riayet edersem, hareketli olursam, çok kilo almazsam, pisboğaz olmadan gıdalarıma dikkat edersem, Marzi-i İlahiye uygun yaşarsam, zararlı ve haram şeyleri yemez içmez isem, kazandığıma çok sevinmez, kaybettiğime çok üzülmez isem… ömrümü yine Rabbim UZATIR!” dedim.
“Rabbim yazdığı için benim ömrüm belirlenmiyor. O benim kesbime göre koyduğu kanunlar ve esbap muvacehesinde benim ne kadar yaşayacağımı zaman dışında da olduğu için ilm-i ezelisiyle biliyor. Öyle yazıyor. O yazdı diye biz yapmıyoruz. O yazacağımızı ilmiyle bildiğinden yazıyor. Cebri bir şey yok. Ama buna O, mecbur da değil. Bizim irademiz ve kesbimiz üzerine ömür, nefes, rızık vb. her şey veriliyor. Tabi ki veren yine Allah” diye yukarıda yazdıklarımın mütemmimi bahislerle okuyup, mütalaa ettik.
Sonuç olarak: “Pahalılık sana telaş vermesin!
(Biz Sahabe mesleğine talibiz. Eşimizi sever, gençliği sever, güzel taamlara taaşuk edebiliriz. Anne babamızı, müminleri çok severiz. Ölmelerinden, ayrılıktan üzülürüz. İnsaniyete layık bir maişet arar, bunun için çabalarız. Pahalılıktan telaşa döşer iktisatlı yaşarken bir taraftan da pahalılığı düşürmek için gayret ederiz. Ama kimin verdiğini asla unutmadan ve O’nun emirlerine göre sınırlarımızı belirleriz.)
Bu hayatta yiyeceğin lokmalar mukadder, içeceğin yudumlar belli, alacağın nefesler sayılıdır!
(Biz cebriyeci değiliz. Bize göre yukarıdaki yazılan Kur’an Hakaiklerine göre her şeyin bizim irademizle belirlendiğini bilir, inanırız. Mesuliyetimizin farkında oluruz. Ehl-i Sünnete göre itikadımızı düzenleriz. Sigara ve içkiyle ciğerlerimizi mahvedersek, pis ortamlarda yaşarsak nefeslerimizin sayısı çok az olabilir. Aksinde ise bize ömür, nefes, lokma çok verilir.)
“Eceller ve rızıkları piyasa değil, Kaza ve Kader tayin eder.”
(Piyasayı insanların kespleriyle ortaya çıkardıklarını biliriz. Çünkü Rabbimizin adil-i mutlak olduğunu bilir, inanırız. Külli İradesiyle yaratırken, şuunatından, bizim irademiz üzerine yarattığını da anlarız. Kaderin Allahın ilim sıfatıyla ilgili olduğuna inanır, cebriye gibi her şeyi O’nun üstüne atıp mesuliyetten kaçamayız.)
“Alımın gücü değil, Rezzak’ın takdiri esastır!”
(O’nun takdiri esastır amma o bizim kesbimize göre takdir ediyor diye ulema hüküm vermiştir. Bizim alım gücümüz önemlidir. Çalışmamızla orantılı olan bu durum elbette uyulması gereken sebeplerle ilgilidir. Ama itikat olarak her şeyi Rabbi Rahimimiz veriyor diye inanmamız esastır!)
“Şer bildiğinde hayırlar gizlidir. Vakit telaş değil istiğfar vaktidir.”
(Evet, şer bildiklerimiz de bile hayırlar olabilir. Ancak bu kaderi yanlış ifade etmekten başka bir manada kullanıldığı için yanlışsınız. İstiğfar mümin için çok önemlidir amma pahalılık karşısında olsa olsa insanlara iman ve İslâm’ı tam ve doğru olarak götürememek, usul bilememek, ıslahlarına vesile olamamak sebebiyle çok istiğfar etmemiz doğru olabilir. Bu dediğiniz tarzda olsa sofilik, yanlış kader anlayışıyla Cebriye olmak, çok istiğfar etmek gerektirebilir.)
Okuyucu arkadaşlarımdan, Bediüzzaman Hazretlerine ait metinleri çok dikkatli okumasını, mümkünse bu konuların Risalelerdeki bütünün okumalarını istirham ederim. Hem mümkün ise bu metinleri Nurları iyi bilen ağabeylerle mütalaalı tarzda okumalarının da çok doğru olacağını âcizane söylemek itiyorum.
Ancak derdimi bu önemli meselede dört sayfada anlatabildiğim için de özür diliyorum efendim.