Kapitalizm masalının büyüsüne karşı iman mesleği
Dünya macerasında hepimiz yaralı varlıklarız. Modernizm, nihilizm, enelerimiz, kazanma mücadelelerimiz, yarış ve kavga haline getirdiğimiz hayatlarımız her gün, her an ruhumuzu yaralayıp duruyor. Bugün artık işlerimiz o kadar çoğaldı ki, her an robotlar gibi koşturup duruyoruz. Bildiğimiz dünya değişiyor, yerle bir oluyor. Hiper kapitalizmin insana maliyeti bu. İnsan insana yabancılaşıyor, insan kendine yabancılaşıyor. Anadolu’nun ilçelerine kadar devasa ruhsuz alışveriş merkezleri dikenler, insanların ruhlarını solduruyorlar. Yaptıkları şeyin sadece kaba saba binalar olmayıp, aslında seküler bir hayat tarzı empoze ettiklerinin de farkındalar.
Günümüzün yeni ve en yaygın dini kapitalizm önce arzuyu, tutkuyu üretiyor, daha sonra da satılığa çıkardığı mallarla onu doyuracağını iddia ediyor. Orta büyüklükteki bir market sahibine kaç çeşit malları olduğunu sordum. Bu bir apartman altı marketi idi. Ortalama 7 bin çeşit malın girişini yaptıklarını söyledi. Şehirlerin yeni ibadet merkezleri artık büyük marketler oldu. İnsanlar camiye koşar gibi büyük marketlere koşuyorlar. Arabalarıyla gidip hiç de ihtiyaçları olmayan onlarca poşetle dolduruyorlar evlerini. Bir gün bir marketin kasiyer bölümünde oturmak zorunda kalmıştım. Bir saat boyunca yapılan alışverişleri izledim. Kolalar, bisküviler, kremler, CD’ler, çikolatalar, neden yapıldıkları belirsiz sucuklar, salamlar… Geçenlerde bir market, İstanbul’daki şubelerinde 45 çeşit peynir bulunduğunun reklamını yapıyordu.
Bunca şeyi tüketmek için elbetteki gece gündüz çalışmak, bir işe belki de ikincisini eklemek lazım. Market kültürü içinde büyüyen nesiller nasıl gerçek sorular sorabilirler kendilerine? Nasıl hatalarını görüp ders alabilirler? Marketlerdeki koşuşmalar bilgiyi, bilgeliği, düşünceyi ne kadar da anlamsızlaştırıyor.
Erich Fromm; “Her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir” der. Biz de koşan ve sadece haz isteyen bir toplum üretmeye çalışıyoruz. Böylece her şey mal oluyor. Almak ve satmak oluyor. Habire koşuşuyor ve bir şeyler alıyoruz. Her yerde bir şeyler almaya teşvik ediliyoruz. Kış başında bir arkadaşım güzel bir kışlık, boğazlı kazak aldı. Geçenlerde kazağı üzerinde hiç görmediğimi fark edip sordum. “Ben onu eve gidip gardroba koydum, sonra da diğer kazaklar arasında unuttum. Geçenlerde dolabı düzeltirken elime geçti. Daha etiketini bile çıkarmamışım. Havalar da ısındı, artık seneye kışa giyerim” dedi. O kadar çok kazağı vardı ki, yeni aldığı diğerlerinin arasında unutulup gidiyordu.
Vahşi tüketim hayatı anlamsızlaştırdığı gibi, insanları da vurdumduymaz yapıyor. Anlamdan kişiyi uzaklaştırıyor. Aldıkça hatasız, mükemmel bir insan olduğumuzu düşünüyor ve bencilleşiyoruz.
Okumak ve karşılaştığımız her şeyi anlamlandırmak, yabancılaşmaktır. Medeni empozelere, toplumsal şartlanmışlıklara, tüketim çılgınlıklarına, geleneksel tabulara savaş açmaktır. Hakikatin rüyasını görmektir. Her anlamlandırma bir cihat çağrısıdır. Nefsimize, enelere, küllî nefislere, küllî enelere, kapitalizme, dünyeviliğe karşı. İmanlarımızın sesi zulmün duvarını yerle bir etmeli. O sese kulak kabartanların, o sese ses verenlerin sesi de nefis duvarını ezip geçebilmeli.
Arzulardan, tüketimlerden, kutsal bencilliklerden, hırslarımızdan, kazanma yarışlarımızdan yapılan fil orduları üzerimize saldırırken, hayatın Risalelerle örülen âhengi, davudî sesi; Ebabil kuşlarının kurşunları gibi istilacıları yerle bir etmelidir. Bu seste bütün bir Asr-ı saadet var. Bu ses hayat gibi sıcak ve dost. Risale okuyucusu bu sesi duyan ve duyuran. Risale-i Nur’da hayat, uyku ile uyuşukluk arasında gidip gelmez. O, gözlerimizi yerden alıp, hayallerimizin ulaşamayacağı yere, gökyüzüne götüren ışıktır. Risale okumak, arziliği dünyevilere bırakıp, semavilerle yoldaş olmaktır.
İmaj devrinin özü öldürdüğü bir gerçek. Bu bir şizofren gibi her yana, süratle yayılmakta. Büyük şirketler krallıklarını çoktan ilan etmişler. Sorun bu despotizme boyun mu eğeceğiz, mücadele mi edeceğiz?
Risale okuyan insanlar olarak kapitalizmin insan ruhunu eziciliği karşısında tekliflerimiz nelerdir?
Kalben terk ettiğin müddetçe istediğini yapabilirsin anlayışı ne kadar gerçekçi?
Üstad acaba kelben terk edememiş mi ki, bir de tutup maddeten terk etmiş?
Risalelerin temel noktalarından biri de kapitalizmle, dünyevilikle mücadeledir. Pahalı koltuklarda, bir servet değerindeki evlerde oturup Said Nursi’nin bir kilo pirinçle bir ay yetindiğini, cübbesinde şu kadar yama ile vefat ettiğini okumak ne kadar inandırıcı?
Hz. Peygamber (asm) veya Said Nursi isteseler bugün bazı imamların, şeyhlerin yaptığı gibi lüks içinde yaşayamazlar mıydı? Hz. Peygamber’den yüzyıllarca önce devasa piramitler yapılmıştı. Peygamberimiz de isteseydi saraylarda oturabilirdi. Ama o halk gibi yaşadı ve halk gibi vefat etti. Vefatından bir müddet önce biri üzerindeki hırkasını istedi, çıkarıp verdi. İkinci bir hırkası yoktu. Yenisini yapmaya başladılar, ömrü yetmedi.
Peygamber Efendimiz (asm) de, Üstad da muvaffak oldukları dönemlerde servete çok kolay bir şekilde ulaşabilecek durumda idiler. Çevrelerindeki tüm zenginliğe rağmen lüks bir hayat sürmemek, hatta maddeten fakir bir yaşayış onların bilinçli tercihleriydi.
Biz Hz. Muhammed (asm) ümmeti ve Said Nursi takipçileri her konuda Üstad’ı referans veririz, ama iş yaşamaya gelince “Ya şimdi Üstad gibi mi yaşayalım?” diye kendi kendimize mazeretler üretiriz. Nurculuğun asr-ı saadet mesleği olduğunu söyleriz, ama iman, Kur’an için vermenin zirvesindeki Hz. Ebu Bekir’leri, Hz. Osman’ları, saltanata karşı mescitte oturarak yürüttü hilafeti savunmak için savaşan ve şehit olan Hz. Ali’yi unuturuz. Sonra da bizim mesleğimiz sahabe mesleği diye hava atarız.
Niye acaba Peygamber Efendimiz de (asm), Hz. Üstad da ulaşabilecekleri, hatta kendilerine ısrarla teklif edilen zenginliğe itibar etmeyip, ilk başlardaki maddeten fakir hayatlarına devam ettiler?
Hakikat, görünen eşyayı aşar ve görünmeze varır. Onun sırrı anlamlandırılmasında gizlidir. Hayatın kelimeleri anlamla âhenk içinde dolaşır. Hayatta öylesine olan hiçbir şey yoktur. Mutlaka varlığının anlattığı bir anlam olmalıdır. Bize düşen olumlu, olumsuz her şeyden bir ders çıkarmak, kendimizi geliştirmeye çalışmaktır. Bu da biraz rahat döşeğimizden arınmakla olur.
Muhatap olduğumuz bir mesele hakkındaki düşüncelerimizin yegâne hakikatler oldukları inancı bizi yanıltabilir. Oysa hayatın çok yönlü bir derinliği ve genişlemesi vardır. Bizim bu okyanustan aldığımız sadece bir damla olabilir.
“Zaten biz doğru yoldayız, ağabeylerimizden böyle gördük” anlayışı, bazen kuşatıldığımız anlam çemberinin patinaj yaptığını fark ettirmez. Böylece gelen her anlamı üzerinde çok da düşünmeden benimseyiveririz.
İnsanların çoğu karşılaşacakları soruları göze almayıp, ön kabullerle yaşarlar. Bu yüzden onları yönlendirmek de, sürüleştirmek de gâyet kolaydır. Bir çok kişi sorgulama ve anlamlandırmaya göre, eleştirmeden kabullenmeyi daha güvenilir bulur. “Büyüklerimiz bilir” anlayışı eskiden beri açık bir kaçış psikolojisidir.
Her zaman büyükler de küçüklere hazır masallar sunarlar. Ne zaman hayatımızı ve toplum hayatını etkileyecek ama düşüne düşüne anlayabileceğimiz, araştırarak bulabileceğimiz bir durumla karşılaşsak, birileri kalkıp buna kısa yoldan bir açıklama getirir, bazı pratik adlandırmalarda bulunur, bize bir masal kurar. Biz bu masallara kandığımız oranda hayatımız sıradanlaşır. Anlamsızlaşır.
İşte ben bildim bileli duyduğumuz “kesben değil, kalben terk etme” meselesi de üzerinde yoğunlaşılmadan, sürekli bir şekilde söylenilen, hatta sloganlaştırılan kendi kendimize haklılaştırmak için kullanılan sözlerdendir.
Peki niye kesben değil kalben terk etmekten bahseden bir Üstad, hem kesben hem de kalben terk etmiştir? Neden Ceylan ağbi çalışmak isteyince “seni dünyaya vermeyeceğim” demiş? Neden Sungur ağabey’e öğretmenlik yaptırmadan hizmetine almış? Zübeyir ağabey kalben terk etmeyi hiç mi bilmiyordu ki, memuriyetten ayrılıp Üstadın hizmetine girmiş? Abdullah Yeğin ağabey her halde çok fazla mübarekmiş ve bu işleri hiç bilmiyormuş(!) ki üniversitenin son sınıfından okulu bırakıp iman, Kur’an hizmetine girmiş.
İnsan olmak önce hayatı ve eşyayı adlandırmak, sonra kavramlaştırmak, ardından kendi keşiflerimizi kendi özgür irademizle ortaya koymaktır geçer. Masallara hayır diyebilmekle başlar. Terk etmek özgürlüktür demekle gelişir.
Sahi, biz bu hayatta, Allah için neyi terk ettik???