Aytaç'ı talebeleri Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Hüsrev Subaşı ve Haliç Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi Mustafa Savaş Çevik, AA muhabirine anlattı.
Hattat Hüsrev Subaşı, hattat Hamid Aytaç'ın Sultan 2. Bayezid'den bu tarafa hat sanatının asırlar içerisinde birikmiş, rafine hale gelmiş büyük Osmanlı birikimini Cumhuriyet nesillerine aktardığını söyleyerek, "Belki Hamid Hoca olmasaydı bugün biz yeni nesil hattatlardan söz edemeyecektik. Yani bizler ve sonraki nesil olmayacaktık." dedi.
Aytaç'ın yaklaşık 60 yılının tek göz bir odada yazarak geçtiğini aktaran Subaşı, "Harf devrimiyle beraber o dönemki bütün hattatlar dükkanlarını kapatmak zorunda kaldılar. Ama Hamid Hoca dükkanın tabelasını değiştirerek hizmetine devam etti. Orası Ankara Caddesinde İstanbul Valiliğinin karşı sırasındaki Reşit Efendi Hanı'nda bulunan bir odaydı. Bu odada uzun yıllar kendisine gelen talebelere hat sanatının inceliklerini öğretmiştir." değerlendirmesinde bulundu.
Subaşı, Hamid Aytaç'ın tutkulu bir karaktere sahip olduğunu ifade ederek, üniversite çağına geldiğinde İstanbul'a gitmeyi ve büyük hattatlardan ders almayı kafasına koyarak bunu gerçekleştirdiğinden bahsetti.
Aytaç'ın, Anadolu'dan imkansızlıklar içerisinde İstanbul'a gelen taşralı bir çocuk olarak sırf bir sanat öğrenmek adına cesur bir adım attığını anlatan Hüsrev Subaşı, "Evet geldi ama boş da durmadı. Yazı kabiliyetini geliştirecek üstadları buldu ve devamlı olarak yazdı. Hamid Bey klasik usulde meşk yapmamış olmasına rağmen çok iyi bir gözü ve eli olduğu için taşradan gelip Payitaht'ın en büyük hat ustaları arasına yükselmeyi başarabilmiştir. Bu bakımdan gençler için de çok güzel bir örnektir." dedi.
Subaşı, İslam dünyasından Hamid Aytaç'a ilginin çok fazla olduğunu belirterek, "Özellikle Arap dünyasından İstanbul'a gelenler Hamid Hocaya uğrar ve ne yapıp edip ona birkaç yazı göstererek bir icazet almaya gayret ederlerdi. Kartvizitinde 'Hamid Al Amidi'den icazetli' ifadesi yazmak bugün bir nevi diplomasında 'Oxford Mezunu' yazmak gibi bir şeydi." ifadelerini kullandı.
Hocasının sadece hattat değil, musikiye aşina, iyi bir ressam ve edebiyata da hakim çok yönlü bir Osmanlı entelektüeli olduğunu vurgulayan Hüsrev Subaşı, kendisinin onun hat yönüne ve yaşlı yıllarına rastladığını dile getirdi.
"Hamid Hoca uyuklarken yazardı"
Subaşı, hocasının çoğu geceler geç vakitlere kadar, bazen sabaha kadar çalıştığı için gündüz oturduğu yerde, çalışırken uyuyakaldığına değinerek, hocasıyla şu anısını anlattı:
"Kendisine gittiğim ilk aylardı, cumartesi günleri giderdim. Baktım biraz yorgun gibi gözüküyor, 'Hocam siz istirahat buyurun ben bilahare gelirim.' dedim. Kabul etmedi tabii. 'Dikkatlice takip et beni.' dedi. Fakat bir müddet sonra hocanın göz kapakları inmeye başladı. Ben ses çıkartmadım tabii ama gördüklerime inanamadım. Hoca uyuyor ama eli yazmaya devam ediyor. 'Sin' harfinin ikinci dişinden üçüncü dişine geçti, yokuş yukarı oradan aşağı doğru indi, onun aşağısından virajı döndü yine aynı noktaya getirdi kalemi... Gözlerini açtı, baktı ki bir aksak yok sesini çıkartmadan devam etti. Ben belki 1 hafta 10 gün gördüğüm herkese 'Ya biliyor musun benim bir hocam var; Hamid Aytaç adam uyurken yazıyor kardeşim, gözlerimle gördüm.' diye anlattığımı hatırlıyorum. 80 yıldır Kur'an-ı Kerim yazısına bir ömür adamış bir adama bir dakika uyuyarak yazmayı çok görmemek lazım."
"Reşit Efendi Hanı'ndaki odasıyla manevi bir bağı vardı"
Hattat Savaş Çevik ise Hamid Aytaç ile 1975'te derse başladığını, hocasının yaşı ilerlemiş olmasına rağmen ondan çok etkilendiğini söyledi.
Aytaç'ın Reşit Efendi Hanı'ndaki küçük odasıyla manevi bir bağı olduğuna dikkati çeken Çevik, "Kendisine pek çok kişi ve kurumlardan, 'Başka bir yere geçirelim hocam, rahat edersiniz' şeklinde teklifler gelmesine rağmen, hoca nedense Reşit Efendi Han'daki odasından ayrılmak istememiş. Herhalde yılların getirdiği manevi bir bağ olsa gerek, orada çalışmalarını sürdürdü ölene kadar." yorumunda bulundu.
Çevik, Hamid Aytaç'ın dünyanın her yerinden öğrencileri olduğuna işaret ederek, İslam dünyasında hattatların gelişmesinin müsebbiplerinden birisinin de Hamid Hoca olduğunu aktardı.
"Bak evladım benim talik hocam Nazif Efendi'nin bu kıtasıdır"
Hocasının çok kabiliyetli olduğu için kendisini pek çok dalda yetiştirmiş olduğuna dikkati çeken Çevik, şunları kaydetti:
"Klasik icazetnamesi yok Hamid Hocanın, herhangi bir hocadan aldığı bir klasik belgesi yok. Odasında Nazif Efendi'den bir talik kıta duruyordu, 'Bak evladım benim talik hocam budur, Nazif Efendi'nin bu kıtasıdır' derdi. Ona bakarak talik yazıyı öğrenmiş, öyle bir insan. Meşke gittiğim zamanlar Hoca hep anlatırdı, 'Evladım harf inkılabı oldu, bütün hattatlar Cağaloğlu'nda atölyelerini kapattılar ama ben devam ettim, Latin yazısı yazdım ve o şekilde devam ettim.' diye. Muhteşem bir insandı, ben onun kadar kabiliyetli bir insana rastlayamadım. Allah rahmet eylesin, yeri doldurulamaz bir sanatkar, Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine intikal etmiş birkaç hattattan bir tanesi."
Hattat Hamid Aytaç Hakkında
Asıl adı "Şeyh Musa Azmi" olan Aytaç, Zülfikar Ağa'nın oğlu olarak 1891'de Diyarbakır'da dünyaya geldi. Orada sıbyan mektebini, askeri rüştiyeyi ve idadiyi bitirdikten sonra 1908'de yüksek tahsil için İstanbul'a giderek o zamanki adıyla "Mekteb-i Kudat" yani Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu.
Askeri Rüştiye'ye devam ettiği yıllarda resim hocası (Jandarma kolağalarından ve aynı zamanda Ali Rıza Bey'in talebelerinden) Ahmed Hilmi Bey'den sülus, Vahid Efendi'den de rikaa yazılarını meşk etti. O yıllar Ahmed Hilmi Bey ve Vahid Efendi'den Romen ve Gotik yazılarını öğrenen Aytaç, aynı zamanda akrabası olan Abdüsselam Efendi ile Kavas-ı Sagir imamı Said Efendi'den de istifade etti fakat bu çalışmaları diğer derslerine mani olunca o yıl sınıfta kaldı.
Yazıya olan merakı yüzünden sınıfta kaldı
Aytaç, babasının bu duruma içerleyerek onu yazıdan menetmesini, 1983 Suffe Yıllığı'nda kendisiyle yapılan ve Kök dergisinin 17'nci sayısında yayınlanmış olan mülakatında şöyle anlatmaktadır:
"Pederim yazıdan beni menetmesine rağmen ben bir türlü vazgeçemiyordum. Uzun kış gecelerinde sabahlara kadar lambanın ışığında çalışırdım. Hatta bir gece babam 'Artık yat, sabah mektebe gideceksin, kalkamazsın.' dedi. Ben de 'Merak etme kalkarım.' cevabını verdim. Odamdan ayrılıp gidip yattı, ben yatmadım. Biraz sonra tekrar geldi, baktı ki ben hala çalışıyorum. 'Ben sana yat demedim mi?' diye gürleyerek lambayı söndürdü. Ben çaresiz yattım. Fakat yazım yarım kaldı. Aklım hep onda, bir türlü uyuyamıyorum. Bekliyorum, derin uykuya dalsınlar da kalkıp tekrar yazayım. Bir müddet geçtikten sonra tekrar kalktım, etrafı kontrol ettim, tam zamanıdır. Gaz lambasını yaktım, yazıyı tamamlamaya koyuldum. Aksilik bu ya babam gürültüme uyanmış. 'Sen tekrar kalkmışsın, yazıyorsun ha!' diyerek lambayı söndürdü, kapının dışına koydu. 'Hadi yat' diyerek kapıyı üstüme kilitledi. Ben de çaresiz yattım. İşte ben hep bu azimle çalışırdım. Bu günlere bu sayede geldim. Bana bugünkü bu kıymeti verdiren o zamanki yazı aşkıdır."
Hukuk Fakültesine kaydolmasının ertesi senesi babasının vefatıyla geçim derdine düşünce okulu bırakarak matbaa işleriyle meşgul olmaya başlayan hattat, bir yandan da sanata karşı kabiliyetini gören hocalarının tesiriyle Sanayi-i Nefise Mektebi'ne devam etti.
Bu esnada Nazif Bey'den celi, Kamil Akdik'ten sülüs ve nesih, İsmail Hakkı Altunbezer'den tuğra ve Hulusi Yazgan'dan da ta'lik dersleri almaya başlayan Aytaç, 1908'de Haseki'de Gülşen-i Maarif Mektebi'nin resim ve yazı muallimliğine tayin edildi.
Usta hattat, 1909'daki müsabakayla Rüsumat Matbaası Müdürlüğü'ne geçtiyse de Sanayi-i Nefise'ye devamına engel olduğundan, bir müddet sonra ayrılarak Mekteb-i Harbiyye Matbaası'nın hattatlığını yaptı.
Bir yıl kadar da Almanya'da haritacılık ihtisası yapan Musa Azmi Bey, döndüğünde memuriyeti yanında Babıali'de Hattat Hamid Yazı Yurdu'nu açarak Hamid müstear imzası ile piyasaya yazılar yazmaya başladı. Bir süre sonra da resmi görevinden ayrılıp kendisini tamamen bu işe verdi.
Pek çok talebe yetiştirdi
Harf inkılabından sonra atölyesini matbaa haline getirerek klişecilik, çinkografi, pantografi, mamul maddeler için lüks etiket ve kartvizit basımı gibi işlerle meşgul olan Aytaç, bunların yanı sıra hat ile de ilgisini kesmeyerek yurt içinden ve yurt dışından gelen özel istekleri karşılamaya devam etti.
Yetmiş beş yıllık sanat hayatında sayısız eser veren ve hayatını hattatlıkla kazanan Hamid Aytaç'a, Türk sanatı ve kültürüne üç çeyrek asra varan hizmeti ve katkıları sebebiyle İstanbul'da 1982'de Aydınlar Ocağı Bilim ve Sanat Kurulu tarafından "Üstün Hizmet Armağanı" verildi.
Ayrıca İslam Konferansı Teşkilatı'na bağlı Milletlerarası İslam Kültür Mirasını Koruma Komisyonu tarafından 1986'da İstanbul'da düzenlenen milletlerarası ilk hat müsabakasına onun adı verildi.
Hayatının son yıllarında yurt içinde ve yurt dışında pek çok talebenin yetişmesine sebep olmuş ve icazet vermiş Aytaç'ın öğrencileri arasında Halim Özyazıcı, Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Fuat Başar, Ziya Aydın, Ahmet Fatih, Refet Kavukçu ve Yusuf Ergün'ün yanı sıra uluslararası talebelerinden belli başlı isimler olarak da Haşim-i Bağdadi, Yusuf Zennun, Ali Ravi, Mervanü'l-Harbi Eş-Şemma el-Halebi, kadın talebeleri arasında ise Musullu Cennet ile Japon Minako yer aldı.
"Şişli Camisindeki yazılar Allah'ın lütfu"
Hamid Aytaç, Köprü Dergisinin Nisan 1982'deki 61'inci sayısında yayınlanan röportajında eserleri hakkında şunları söylüyor:
"Eserlerimin başında yazmaya muvaffak olduğum iki Kur'an gelir. Bilhassa bu iki eserim bütün diğerlerine bedeldir. Onlarla ne kadar iftihar etsem azdır. Bunlardan bir tanesi hem Türkiye'de hem Almanya'da tab edildi, böylece kitap halinde görme bahtiyarlığına eriştim. Diğerini de merak ve sabırsızlıkla bekliyorum, inşallah onu da basılmış olarak görmek nasip olur. Zaten hattatların en büyük emeli Kur'an-ı Kerim yazabilmektir, zira bu herkese nasip olmaz. Bu bakımdan ben kendimi bahtiyar addediyorum. Diğer eserlerime gelince, bunca uzun yılların mahsulü olan eserlerimin birçoğunu bugün hatırlayamıyorum bile. Bazılarını görünce de o yıllara ait hatıralar gözümde canlanıyor. Zaten bütün eserlerimi tek tek saymam mümkün değil. Sadece mühim olanlarından bazılarını zikredeyim. Camilerdeki yazılarımın en mükemmeli, Şişli Camisinin yazılarıdır. Bu bana Allah'ın bir lütfu idi. Şimdi böyle bir yazıyı yazabileceğimi zannetmiyorum. Bundan başka, Ankara Kocatepe Camisi ile Eyüp Camisi kubbe yazıları, Söğütlüçeşme Camisi kapı başlarındaki yazılar, Paşabahçe Camisi, Hacı Küçük Camisi ve Yeni Postahane ardındaki mescidin yazıları, Kasımpaşa Camisi dış revak (Nebe Suresi), Çan Camisi (Çanakkale), Tavas Camisi (Denizli) yazıları. Ayrıca Cevşenül Kebir ve Hizbü'l-Envar adlı evrad ile elifba cüzleri, 'Kırk Hadis', 'Hazret-i Mevlana: Hayatı ve Eserleri' (Arapça ve Farsça olarak), sayısız kitap kapağı yazıları, hat örnekleri, hilyeler, mezar taşları, Yunus Emre, Fuzuli, Şeyh Galib, Nabi, Yahya Kemal gibi şairlerin şiirlerinden bazıları ki bunlar arasında bilhassa Yahya Kemal'in 'Ezan-ı Muhammedi' ve 'Rindlerin Ölümü' ile Nabi'nin 'Sakın Terk-i Edebden' şiirleri en mühimleridir."
Son yıllarını hastalıklar içinde geçiren büyük Üstad, 18 Mayıs 1982 tarihinde vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilen naaşı daha sonra Şeyh Hamdullah'ın ayakucuna nakledildi.
AA