Hangi hükümet gelse hizmetimiz değişmez-ÖZEL

Risale Haber'e konuşan Bediüzzaman Vakfı Başkanı Ahmet Rüzgar, Zübeyir Gündüzalp'in Risale-i Nur hizmetinin devamlılığı ile ilgili sözlerini hatırlattı

Nurettin Huyut'un Bediüzzaman Vakfı Başkanı Ahmet Rüzgar röportajı-2

Bu dediğiniz mesafe takriben ne kadar?

300 metreye yakın bir mesafe, ben tabuta dikkatle baktım tabut parmaklar üzerindeydi Dergâha kadar da öyle gitti yani eller, omuzlar değil parmaklar taşıyordu. Uzun boylu insanların parmakları ancak yetişiyordu, tabutun altı el doluydu, Dergahta yıkandı, kefenlendi ve cenaze namazının kılınması için tekrar Ulu Camiye getirildi. Ulu Camide iki gece bir gün bekletildi ta ki, Üstadın talebeleri yurdun her bir yanından gelip namazına ve defnine yetişsin diye. Bizler sürekli okuyorduk, hatimler indiriyorduk. Hakikaten her taraftan talebeler gelmişti, her taraf dolmuştu. O arada Vali haber gönderdi biran evvel kaldırılsın diye. Ama talebeleri fazla dinlemiyordu. Nihayet bir öğle namazı müteakip defin işleri yapıldı. Yani, tekrar Dergâh camiine götürülüp onun için tahsis edilen yere defnedildi.

Ulu camideyken bir olay olmuştu. Cumhuriyet Gazetesinin muhabiri; Ayakkabı ile camiye girmiş ta üstadın tabutunun yanına kadar gelmiş fotoğraf çekiyordu, tabut mihrabın yanındaydı. Küstah bir şekilde o kadar insanın içinde ayakkabılı oraya kadar gelmişti. Allah rahmet eylesin Mustafa Ergun ismindeki ağabey elinin tersi ile buna bir tane vurmuş “Ulan” diyor “hayatta iken rahat bırakmadığınız gibi şimdi cenazesini de rahat bırakmıyorsunuz” ve tokatı aşkediyor. Tokatı yiyen genç gazeteci yanındaki boşluğu fark edemediğinden yere yuvarlanıyor, bir iki takla attı sonra kalkıp dışarı kaçıyor, dışarı çıkınca da bağırıp çağırıyor. Polis polis, imdat imdat diye yaygara koparıyor. Polis gelip bakıyor ki, bir şey yok gazeteci haksız ona “git buradan zaten ayakkabılı da girmişsin belanı mı arıyorsun” o da gidiyor. Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi bunu haber yapmıştı. Haber de şöyle “Nurcular muhabirimizin kafasını kırdı” diye, düşerken sanırım kafasını bir yere çarpmış kanatmıştı. Onlar da bunu haber yapmıştı. Maksat provokasyondu tabii.

Öğle namazından sonra ikindiye doğru tekrar tabutu aldık Dergaha doğru götürdük. Hafif yağmur yağıyordu. Burada bir hususu anlatmadan geçemeyeceğim Üstadın vefat ettiği gün Urfa semalarını simsiyah bir bulut sarmıştı, Gündüz olmasına rağmen bulut o kadar koyuydu ki, sandık ki gece olmuş, hem o gün gökten çamur yağdı, bütün beyaz binalar kızıla dönüştü ilk defa görmüştüm o tür bir yağışı.

Matem tutmuş gibi

Evet, matem gibi, bir de garip kuşlar görüyorduk guruplar halinde, çeşitli sesler çıkararak uçuyorlardı. Özellikle mezarının defnedildiği yerde bu kuşlardan çokça görmüştük.

Sonra ağabeyler Üstadın vasiyetini hatırladılar. Malum, Üstad kabrinin gizli kalmasını istemiş. Oturup meşveret ettiler “ne yapalım” diye fakat o kalabalıkta yapacak bir şey yoktu gizlemek mümkün değildi on binlerce insan gelmişti. O kadar insanın içinde farklı bir yere bilinmeyen bir yere saklamak mümkün değildi. O nedenle daha önceden Nakşî halifesi Müslim Hafız Efendi için hazırlanmış olan iki kubbe var malum, o kubbelerden birinin altına defnedildi. Ben 15 gün sonra 5 Nisan 1960 da askere gittiğimden daha sonra mezarının yıkılarak cesedinin götürülmesi olayında Urfa’da değildim.
 
Askere gidinceye kadar geçen 15 gün içinde neler yaptınız?

Üzüntülüydük tabi, ama hayat devam ediyordu, çok gelen giden vardı. Urfalılar olarak hep beraber gelen misafirleri ağırlamaya, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorduk, herkes seferber olmuştu. Mesela Hacı Bakır Melik vardı, CHP’li olduğu halde o günün şartlarında evini açmıştı, evi de çok büyük ve genişti, yaklaşık 40-50 kişi evinde kalabiliyordu, hem gelenlere yemek veriyordu hem de evinde yatırıyordu, hanımı çocukları seferber olmuştu çalışıyorlardı Çocukları bile bulduğu misafirleri götürüyordu. 7’den 70’e herkes misafir götürmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Şanlıurfalıların bu özelliği Bediüzzaman Mevlitlerinde de devam etti aynı şekilde gelen misafirlere ev sahipliği yaptılar. Halen de devam ediyor.

Üstadın kabrinden teberrük niyetiyle toprak alıp götürüyorlardı, toprak eksilince biz yenisini getirip koyuyorduk, Bir kısım muhalifler bu hususu çok işlettiler dedikodusunu yaptılar. Halbuki her büyük zatın kabrinde olacak şeyler bunlar ama şer güçleri her fırsatı değerlendiriyordu, yani gizli kalmasının nedenini o günlerde daha iyi anladık. Kalsaydı neler olurdu Allah bilir.

Zübeyir abi başta olmak üzere ağabeyler nöbet tutuyorlardı kabrinin başında bir şeyler olur düşüncesiyle, emniyette zorluyordu oradan gitmelerini istiyordu. Zübeyir abi üç ayını mezarın başında geçirmişti bir türbedar gibi.

Söz buraya gelmişken Urfada bulunan Abdullah Yeğin abiden biraz bahseder misiniz? Nasıl bir insandı, neler yapardı?

Abdullah Yeğin abi çok halim selim bir insandı, yumuşak huyluydu, kimseye kızmazdı azarlamazdı, bir defasında kırlara piknik yapmaya gitmiştik, o dönemde tayinatı günlük 25 kuruştu Üstad ona gönderirdi. Hayatını hizmete vakfettiği için iaşesini temin için gönderirdi. O gün bir ekmek 10 kuruştu yani 2,5 ekmek alabilirdiniz bu parayla geçinirdi. O nedenle kırlarda bile bize tembihlerdi adam başı 25 kuruşu geçmeyecek şekilde masraf yapılacak derdi. Masraflarımızı ona göre ayarlardık.

Abdullah Yeğin abi 8 yıl Urfa da kaldı sekiz kez de hapse girdi çıktı. Hepsinde de berat etmişti. Sürekli Urfa’dan gitmesi için baskı görüyordu o da buna bir çözüm bulmak için bir otel sahibi kardeşimizle, Yeşilova Oteli sahibiyle protokol yaptı kağıt üzerinde onunla ortak oldu. Otel sahibi Abdullah abiye çok bağlıydı, onu çok severdi, o nedenle onun gibi yaşamaya çalışıyordu, Abdullah abi az yedirince de biraz zayıflamıştı, bazen espri yapıyordu “kemerimde delik kalmadı” diye. Berbaer kalıyorlardı o nedenle yemek yaparken yağını falan Abdullah abi koyuyordu, mesela otel sahibi gidip elma, portakal alıp getiriyormuş, yıkayıp birlikte yemeyi düşünürken Abdullah abi “onları bir tabağa koy getir masanın üzerine bırak tefekkür edelim” diyormuş. O da kıramadığından yemiyor ve bu nedenle de bayağı kilo vermişti. Halbuki varlıklı ve zengin adamdı. Ama, saygısından böyle davranıyordu.

Üstad Hazretleri Abdullah abiyi Risale-i Nurların basımı için görevlendirmişti. Edebiyat Fakültesi mezunu olduğu için, imla kurallarını çok iyi bildiğinden bu görevi ona vermişti. Bir daktilosu vardı, biliyorsunuz daktilo şahadet parmağıyla yazılır. O kadar çok çalışıyordu ki, bu parmaklarının ucu şişiyor ve patlıyordu, bu defa diğer parmakları ile yazıyordu. O parmağı iyileşince bu defa gene o parmağı ile devam ediyordu. Günün tamamını daktilonun başında geçiriyordu. Uyku ve diğer ihtiyaç saatlerini çıkarırsak en az 15 saat çalışıyordu. Abdullah ağabeyin Urfa’da kalması Risale-i Nurların yayılmasında büyük hizmete vesile oldu

Risale-i Nurları mı yazıyordu, yoksa Lügat çalışması mı yapıyordu?

Risale-i Nurları yeni harfle yazıyordu ve baskıya hazırlıyordu. Matbaada baskı yapıldıktan sonra ilk formalar Üstada götürülüyordu Üstadın tashihinden geçtikten sonra basıma devam ediliyordu. İlk basılan Sözler kitabıydı, arkasından, Mektubat, Lemalar derken diğer eserlerin hepsi böylece basılmış oldu. Abdullah abinin o konuda çok fazla emeği geçmiştir.

Üstadın vefatından sonra onu da ayrılmaya zorladılar. Tahmin edersem ondan sonraki dönemde Gaziantep’e gitti oradan da Adana’ya gitti oralarda kaldı. Adana’da da büyük hizmetlere vesile oldu emeği geçti.

Zübeyir abi ile görüşmeniz oldu mu? O da Urfa da kalmış bir dönem.

Zübeyir abi ile tanışmam Üstadın vefatında oldu. Ondan önce Urfa’da kalmış ama ben o zaman Risale-i Nurları tanımıyordum daha doğrusu çok küçüktüm. O nedenle ancak vefatı münasebetiyle geldiğinde tanışmış olduk. Daha sonra Kirazlı Mescit Sokak 46 numarada kalırken birkaç defa ziyaretine gitmiştim.

Bir defasında siyasi akımlar yeni çıkmıştı, o gün Valide Sultan camiinde öğle namazını kılmıştım, kıldıktan sonra da bu partinin taraftarı biriyle çok fazla tartışmamız oldu. Dolayısıyla moralim biraz bozuktu, tartışmanın verdiği haleti ruhiye ile ziyaretine gitmiştim. Zübeyir abi o sıralar hastaydı, ama biz gidince kalktı doğruldu oturma pozisyonuna geçti, ben hala o tartışmanın etkisindeydim. Dayanamadım anlattım “bu parti mensuplarının ifrat ettiğini” söyledim. Aynen şunun söyledi “kardeşim bizim hizmetimiz iman hizmetidir, bu memlekette şer’i hükümet kurulsa dahi bizim hizmetimizde hiçbir eksilme olmayacak bilakis artacaktır. Çünkü bu hizmete herkesin her zaman ihtiyacı olacak, biz çantalarımızı doldurup bu eserleri köy köy dağıtacağız. Köy köy, fert fert bu hizmeti herkese anlatacağız, hükümet ne şekle girerse girsin bizim hizmetimiz değişmez ve bitmez.”

Bir defasında da Urfalılar olarak gitmiştik; Mehmet Yeşilnacar, Yusuf Uruntaş, Ekrem Kara ile ziyaretine gittik. Necmettin Şahiner yanında kalıyordu, biz acele edip görüşüp gitmek istiyoruz, yemek de yememiştik akşam üzeriydi, hemen ziyaret edip gidecektik ama, Şahiner “olur tamam sizi görüştüreceğim” diyor ama belli ki oyalıyordu epey bekletti, biz içeride oturuyorduk bir ara Zübeyir abi aşağıya inmiş kapı aralığından bizi görmüş sormuş bakmış Urfalılar gelmiş, hemen içeri geldi büyük bir sevinçle bizi karşıladı “kardeşlerim hoş gelmişsiniz” dedi bizi kucakladı, oturduk doktorunun kimse ile konuşmama yasağı da vardı. Kalp rahatsızlığı vardı. Ama o dinlemedi iki saat bizimle sohbet etti Urfa ile ilgili her şeyi sordu konuştu, mesela Servet hoca Almanya’da doktora yapıyordu, rahmetli Hamdi Atmaca, İngiltere’de okuyordu, onlara kadar tek tek sordu “ne yapıyorlar?”, “ne ediyorlar?” diye, “bunlarla ilgileniyor musunuz? Bunlarla mutlaka ilgilenmelisiniz. Okullarını bitirip geldiklerinde bunları aktif görevlere getirmeye çalışın” dedi bizimle iki saat ilgilendi hem ders yaptı hem sohbet etti.

Yusuf Uruntaş, biraz düz konuşur orada da kendini tutamadı. Abi dedi “aslında biz sizi bu kadar meşgul etmek istememiştik ama bizi oyaladılar, yemek yemeden de geldik. Müsaade ederseniz biz kalkalım” deyince Zübeyir abi kalanların yüzüne baktı o onlara dönünce onlarda bir telaş başladı anladılar hemen yemek hazırlığına giriştiler. Yemek geldi bu defa ekmek yok, baktık ki, Eyüp Ekmekçi (Zübeyir abinin hizmetlerini yürüten kardeşimiz, Allah rahmet etsin) gitmiş ta Beşiktaş’tan ekmek alıp gelmiş, yarım saatte gidilmez. Haliyle yemekte yedik bırakmadı kalkalım, kalktığımızda saat 12 civarıydı. Oradan otelimize gittik. Zübeyir abinin Urfalılara karşı özel ilgisi, özel sevgisi, özel muhabbeti vardı. Allah gani gani rahmet eylesin Amin.

Üstadın naşı nakledilirken dediğim gibi ben Urfa’da değildim ama duyduğum kadarıyla götürmeye geldiklerinde Abdülmecid Nursi’yi getirmişler kendisine bir dilekçe imzalatmışlar “naşını götürmek istiyorum” diye öylece alıp götürmüşler. Yalnız, ilk uçağın kapısı dar olduğundan tabut girmemiş, ikinci uçağı istemişler Diyarbakır’dan gelen bu ikinci uçağa bindirmişler o uçakla bir yere kadar götürmüşler oradan arabayla götürecekleri yere götürmüşler. Hatta bir yerden sonra Abdulmecid abiyi de götürmemişler o nedenle o da mezarının yerini bilemiyordu.

Ben Bediüzzaman Vakfı Başkanı olduğumdan bazen o isim nedeniyle gazeteciler beni arayıp soruyor “kabri nerde?” diye. Ben onlara “mezarını ne soruyorum, ne merak ediyorum, ne de araştırıyorum, zaten okuyacağımız fatihalar yerine ulaşır. Onun kabri ile ilgili uğraşmaktansa geride bıraktığı 6000 sayfalık eserleri ile uğraşmak daha doğru, biz o külliyatı okuyor, anlamaya çalışıyoruz, onlardaki hakikatleri yaymaya çalışıyoruz. Zaten vasiyeti gereği araştırmıyoruz” diyorum.

Urfa’da uzun seneler Nur hizmetlerinde bulundunuz. Saffı evvellerden sayılırsınız. O dönemde hizmetle ilgili unutamadığınız bir hatıranız var mı?

Evet, birçok hatıra varda birisini anlatayım isterseniz. İlk defa dershane inşa ediyoruz. Abdülkadir Badıllı abinin dedelerinden kalma eski bir ev vardı onu hizmete vermişti, orayı yıkıp bir oda da olsa bir yer yapmak istiyorduk, biz çalışırken komşular şaşırıyordu, bize “yahu sizin amelelerin hepsi kravatlı, bu kadar kravatlı ameleleri (!) nerden buluyorsunuz” diyorlardı. Yani, anlayacağınız çalışanların çoğu daire memurları veya müdürleri idi. Hemen hemen parasız bu işe girişmiştik o nedenle imece usulü ile işi götürüyorduk, duvarları yaptık tavanını örtmemiz gerekiyor, o zamanın parasıyla 2.500 TL’ye ihtiyaç vardı, kalıp, demir, çimento parası bizde de tek kuruş yoktu. Bir akşam oraya gittiğimizde baktık ki, kardeşlerin yüzü gülüyor. Hayrola sevinçlisiniz. Dediler “Allah ihtiyacımız olan parayı gönderdi” “Nasıl?” deyince binanın sol köşesini kazıdıklarında altın çıkmış 23 tane Reşat altını bulunmuş, bozduk tam 2.500 TL tuttu, o sayede inşaatı bitirdik, bu yapacağımız binanın ilk katı yani bodrum katıydı böylece ilk dershanemizi yapmış ve içine girmiş olduk.

Onu hiç unutamıyorum. İlk göz ağrımızdı. Şimdiki ismi Zehraiye Medresesi olarak geçiyor. Daha sonra diğer bölümleri de yapıldı yanında cami inşa edildi, adeta bir külliye haline geldi. O caminin parasını da Cumhuriyet Muhabirini azarlayan Mustafa Ergun amca vermişti Allah rahmet etsin. Orası şimdi de Abdulkadir Badıllı abinin cemaati tarafından kullanılıyor. Hatta şu anda odaların birinde Üstadın eşyaları sergileniyor.

Geçmişte yaşadığımız hizmetlerle ilgili ilginç bir hatıram daha var. Bir gün bir terzi dükkanı hırsızlar tarafından kundaklanıyor. Polise haber veriliyor. Polis dükkana geliyor inceleme yaparken kumaşlar arasında bir kitap dikkatini çekiyor, açıyor okuyor, hoşuna gidiyor götürüp evde tamamını okuyor. Risale-i Nurların bir hazine olduğunu fark ediyor. Gelip terziye bu kitabın devamını istiyor. Terzi de “ben bilmiyorum devamı var mı yok mu? Ama bu kitabı bana Mustafa Kılıç hoca verdi istersen gidip ondan alabilirsin.” Adresi zaten kolay camiye hocanın yanına gönderiyor. Orada Mustafa hocadan tüm külliyatı alıp okuyor ve o da böylece daire içine girmiş oluyor. Bu insanın daha sonra Risale-i Nurlara çok hizmeti geçti. Allah hidayet verince bir şeyleri bahane ediyor. Hem Risale-i Nurların kimseye ihtiyacı yok kendi kendini yayıyor, neşrediyor.

Siyasete de girdiniz. Amacınız neydi?

1976 muhasip üye olarak siyasete de girdim, daha sonra Sosyal Faaliyetlerden sorumlu 2. Başkan olarak devam etmekteyim. O gün bu gündür aynı görevi sürdürmekteyim. Siyaset dine, vatana, millete hizmetkârlıktır. Biz üstadımızdan öyle öğrendik. Üstadımız da ilk Said döneminde siyasetle ilgilenmiş ama kendi ifadeleri ile amacı “siyaseti dine hizmetkâr kılmaktı” biz de o prensibi kendimize rehber aldık. Hem Üstadımızın şöyle bir tespiti daha var “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” Bu güne kadar bu prensiplerden şaşmadık, hiçbir zaman mevki makam düşünmedik, menfaat beklentimiz olmadı, özellikle hiziplere bulaşmadık, hiç kimsenin adamı olmadık, her kes bizi biz olarak, Nur Cemaatine mensup biri olarak tanıdı ve bildi. O nedenle de hep saygı gördük, hürmet gördük.

Şanlıurfa’mız için yürütülen projelerin hayata geçmesinde bu görevimiz çok işe yaradı. Üniversite konusunda olsun, GAP projesinin hayata geçirilmesi konusunda olsun, muhtelif yatırımların tamamlanması konusunda olsun iyi bir basamak oldu. Vakıf Faaliyetlerimizde de bu vasfımız hizmete vesile oldu. Hala da ayını görevlerde devam ediyorum.

Bu iki görevi Şanlıurfa gibi bir şehirde kolaylıkla götürdüğünüz anlaşılıyor. Bunu nasıl başardınız?

Dediğim gibi amacınız hizmet olunca problem çıkmıyor. Bugüne dek hiçbir siyasiden veya dernek yöneticisinden veya cemaat önderlerinden herhangi bir tepki almadım (menfi anlamda) herkes takdir ve tebriklerini iletti. Hep hizmet düşündük, hep toplumun menfaatlerini ön plana aldık kendi istek ve arzularımız ya olmadı olsa da ikinci-üçüncü sırada kaldı. Zaten herhangi bir problem yaşamamamın sırrı orda yatıyor.

-Son-

Röportaj Haberleri