Ezel canibinden bütün insanlığa hitaben nazil olan “Kelam-ı Kadim”, muhteşem kâinat kitabının müfessir ve tercümanıdır. Kâinat sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvini ayetleri akıl sahiplerine ders vermektedir.
Kâinata ve içindeki mevcudata “Yaratıcı hesabına” bakmayı bizlere ders veren Kur’an; “Yaratıcı kudret”e gözünü kapayıp, mevcudata mevcudat hesabına bakan ve bu bakış açısıyla kâinatı tahkir edip onun kıymetini düşüren -vahyin aydınlığı ile aydınlanmamış- materyalist felsefeyi ve onun veled-i nâmeşruu olan hâlihazır Batı medeniyetini reddetmektedir.
Kur’anla barışık olmayan materyalist felsefenin rahle-i tedrisinden geçmiş bir “tilmiz”, firavunmeşreb bir gurur ve kibir abidesidir. Fakat menfaati için en aşağılık bir şeye bile boyun eğen zelil bir firavundur. Hayattaki tek kriteri “bireysel menfaatini maksimize etme”dir. Bu nedenle kendisine menfaatli her şeye –taparcasına- sarılır; en küçük bir menfaat için en aşağılık insanların ayağını öpecek derecede zillet gösterir.
Vahyin aydınlığına gözünü kapamış Yunan ve Roma dehalarının ürünü olan materyalist felsefenin egosantrik (benmerkezci) tilmizi, bütün himmetini nefsanî istek ve arzularının ardından koşmaya, mide fabrikasının ihtiyaçlarını karşılamaya ve şehevi duygularını –haram helal kaygısı taşımadan- tatmine hasretmektedir.
Felsefe tilmizinin hamiyet-i milliyeden dem vurması da yalandır. O, milliyet ve hamiyet davası gütmeyi bireysel faydasına perde eden dessas bir hodgamdır.
Ezel ve ebed sultanı olan kâinat yaratıcısının zaman ve mekânı kuşatıcı hitabı olan Kur’anın halis talebesi ise “kul”dur. Fakat hiçbir mahlûka boyun eğmeye veya perestiş etmeye tenezzül etmeyen bir istiğna abidesidir.
Dünya ve ahiret saadetinin ana umdelerini insanlığa tebliğ eden Hitab-ı Ezeli’nin samimi bir şakirdi, cennet gibi en yüce bir hedefi bile kulluğunun gayesi olarak kabul etmeyen izzetli bir abddir.
Marziyat-ı İlahiye’nin ezeli tercümanı olan Kur’anın hakikî tilmizi, yaratıcısından gayrı hiçbir mahlûka, O’nun izni olmadan, iradesiyle tezellüle tenezzül etmeyen halim, selim ve mütevazı bir kuldur.
Kur’anın gayretli talebesi, kulların teveccühünü kazanmak veya şöhret sevdası için değil yalnız Allah rızası ve fazilet için çalışır.
Yaratıcı ile barışık olmayan tek gözlü felsefenin şekillendirdiği modern zamanların medeni toplumlarında sosyal hayatın;
a) Dayanak noktası “kuvvet”tir; hâlbuki kuvvetin özelliği başkasının hak ve hukukuna tecavüzdür, güçlünün zayıfı insafsızca ezmesidir.
b) Hedefi "menfaat"tir; menfaatin özelliği ise, her arzuya kâfi gelmediğinden tarafların aynı menfaat üstünde boğuşmasıdır.
c) Yaşamın sürdürülmesi için temel kural "mücadele"dir; oysa mücadelenin temel özelliği çarpışmaktır. Batı kültürüne yerleşmiş “İnsan insanın kurdudur” düşüncesinin temelinde bu hastalıklı anlayış yatmaktadır.
d) Bireyleri ve toplumları bir arada tutan temel bağ "ırk merkezli menfî milliyet"tir; ırkçı ve menfi milliyetçi anlayışın özelliği ise, kendi ırkını veya milletini diğerlerinden üstün tutma ve yayılmacı bir anlayışla başka ırk veya milletleri yutarak beslenmektir.
e) Bireylere ve topluma aşıladığı temel anlayış "nefsin heves ve arzularını tatmin” ve “insanların ihtiyaç listesini her geçen gün çoğaltmak”tır. Bu anlayış ise bahsi geçen toplumlarda, sahip olduğu hiçbir şeyden memnun olmayan, tatminsiz, huzursuz, psikolojik sorunlarla boğuşan, sağlıksız “mutlu (!) azınlık”ları ve fakirlik ve sefaletin pençesinde yaşam mücadelesi veren “mutsuz çoğunluk”ları ortaya çıkarmıştır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde Batı’da yaşanan toplumsal patlamaların temelinde bu fasit anlayış yatmaktadır.
İnsanlığın ebedi saadetini temin etme misyonunu yüklenmiş ve Kur’anın tüm zamanları ve mekânları kuşatan yol göstericiliğinde asırlarca fertlere ve toplumlara “fazıl medeniyet”i yaşatmış İslam medeniyetinde ise, sosyal hayatın;
a) Dayanak noktası “kuvvet” değil “hak”tır, hakkın temel özelliği her bireyin üzerinde ittifak etmesidir. Kuvvetlinin haklı olmasına bedel haklının kuvvetli olmasıdır.
b) Hedefi "faziletli ve Yaratıcının rızasını esas tutan bireyler yetiştirmek"tir; bu ise, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın kurumsallaştığı toplumlarda gerçekleşebilir.
c) Yaşamın sürdürülmesi için temel kural "mücadele" değil “yardımlaşma ve dayanışma”dır; bu ise bireylerin birbirleriyle ölümüne rekabete girişmelerini değil, bilakis birbirlerinin yardımına koşmalarını zorunlu kılar.
d) Bireyleri ve toplumları bir arada tutan temel bağ "ırk ve menfî milliyet" yerine “din, sınıf ve vatan bağı”dır; Aynı dini, sosyal sınıfı veya vatan toprağını paylaşan bireyler birlik ve ittifak için daha fazla alternatife sahip olurlar. İslam medeniyetinde “kan bağı” yerine “kulluk bağı”, “vatan bağı” ve “sosyal sınıf bağı” esastır.
e) Bireylere ve topluma aşıladığı temel anlayış "nefsin heves ve arzularını gemlemek” ve “sahip olduklarıyla mutlu olabilen, öteler buutlu, diğerkâm, ruh ve kalp iklimi karmaşadan azade bireyler yetiştirmek”tir. Bu anlayışın egemen olduğu toplumda; sahip olduğu her şeyden memnun, mütevekkil, iç dünyası huzurlu, başkasının dertleri ile dertlenen “kâmil insan”lar yetişecek, “fazıl medeniyet”i oluşturacak ve yaşatacaklardır.
Burada mukadder iki sual hatıra gelmektedir: “Hangi medeniyette yaşamak isteriz?” ve en mühimi “Vahyin ışığıyla aydınlanmış fazıl medeniyeti postmodern çağda yeniden kurmak için bize düşen nedir?”
Yeni bir “saadet asrı”nda yaşamayı isteyenler, lütfen silkinip atalet ve gaflet uykusundan uyanalım.
Bugün değilse ne zaman?
Hamiş: Bu yazı Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler eserinin 12. Söz’ünden ilhamla yazılmıştır.