Gençlik Merkezi sohbetlerinin üçüncü haftasında, yine bir liseye gittik, öğrenciler ile buluştuk. Okul müdürü ve öğrencilerin ilgi ve heyecanla dinlediği bu sohbeti, değerli okul müdürü de canlı yayımladı. Coğrafya öğretmenimizin "Sizinle ve bu sohbetle tanıştığım için çok şanslıyım" demesi, ayrı bir güzellikti.
Sana verilen kısa bir sürede, en verimli ve istifadeli bir ders ya da konuşma yapabilecek miyiz, diye öncesinde epeyce bir sancı çekerim. Sancımızın bir sebebi de bu hakikatleri ne nispette hazmedebildik, daha önemlisi, bunları yaşayabiliyor muyuz, hayatımızda yansıtabiliyor muyuz? Okurken ya da konuşurken dahi bu husus aklıma gelince, nutkumuzda tutukluk olur, biraz durgunlaşır ve kabz hâlleri yaşarız. Aslında mühim olan da bu yaşattıklarımız değil midir zaten? Bu noktadaki dikkat ve titizliğimiz nispetinde tesirli olabildiğimizi de unutmayalım. Bu durum evde, çevrede, okulda fark etmiyor. Hâl, kalden (dilden) daha kalıcı etkiler bırakıyor. Anlattıkların belki unutuluyor ama tavır ve tutumun, bakış ve davranışın unutulmuyor. Canlı anlatımın ve örneklerin, mütevazı tavrın, hedefi daha bir vuruyor. Geri dönüşümlerden de bunu daha iyi anlıyoruz.
Bu haftaki konuşmalarda biraz "vakit ve ömür" üzerinde durduk. "Depolamayan varlık nedir?" sorusu, hoşuna gitti çocukların. Yani istif yapıp sırası ve yeri gelince kullanılmak üzere neyi depolayamayız sahi? Otuz ya da kırk yaşında mesela biraz ara verelim diyebilir miyiz? Bir defa tüketildikten sonra, daha eline geçmeyecek; yani bugün ihtiyaten kenara koyalım, sonra lazım olur, yeri gelince kullanırız, sarf ederiz diyemiyoruz hâliyle. Nedir bu kıymetli ve bir defalığına fakat her gün verilen bu sermaye? Zaman, yani her gün, o güne mahsus verilen yirmi dört saat değil mi? Sonradan kullanılmak üzere depolanması, biriktirilmesi, yığılması mümkün değil arkadaş. Bu en değerli varlığımız kum saati gibi, ince ince elimizden kayıp gidiyor. Pek farkında da olmuyoruz şahsen.
Bazen aklıma geliyor, fark ediyorum, toparlanıyor ve dikkat selektörlerimi harekete geçiriyorum. Kayıp giden zamanı değil ama kendimi tutmaya çalışıyorum. Yanıma, yöreme dikkat ediyor, saniyelerin kanatlarını açıp sonsuzluk ülkesine sermaye göndermeye gayret ediyorum. "Fani, kısa faidesiz ömrümü, baki, uzun, meyveli" yapmaya çalışmanın hazır mükafatı da olmuyor değil. Bütün bu mânaları özetleyen "Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur" cümleleri kulağımda çınlıyor. Bu manayı bütün benliğimle hissettiğim anlarımın pek çok olmasını ne kadar arzu ederim. Dördüncü Meseledeki insanı saran dairelerin izahı ve tespiti, âcizane bu asrın idrakine sunulmuş önemli bir hediyedir, diye anlıyorum. İşin erbabının bu meseleyi ele alıp toplumdaki yansımalarını gözlemleyip yorumlaması elzem.
Değerini ancak büyük, uzun, ebedi hayata hazırlık safhası olmasından alan bu kısa ömür, ebedî hayatı netice vermek üzere bitecek. Nasıl, saniyelerimizi ebedî hayatta sümbül vermek üzere ektik. Onlar zahiren kayboldular. Öyle de saadet âleminde işimize pek yaramayacak bu cesedimizi de ebediyete lâyık bir cesetle değiştirilmek üzere toprağa teslim ediyoruz. Asıl kimliğimizi temsil eden ruhumuz ise, kayıtlardan kurtulup sahibinin âmellerle ördüğü ebed âlemindeki mekânına uçuveriyor. Böylece ebedî hayatı netice veren ölümle tanışmış oluyoruz. Bir bakıma bu dünya hayatı ölüme inkılab ediyor. Ölüm ise, ebedî hayatı netice veriyor. Peki, o zaman "ebedî hayata inkilâb eden ölüm, ne kadar uzun da olsa, neticede bitecek olan bu hayattan daha evla", daha makbul olmaz mı? Şimdilerde okuduğum Şadi Eren Mesnevi çevirisinin 271. sayfasında üstad bunu yukarıdaki cümle ile ifade ediyor.
Nasıl dünyaya gelmemiz, bir sürü zahmetten sonra bir ferahlık ve genişliği netice verdi. Sıkıcı, boğucu ve dar âlem, orayla kıyaslanmayacak bir âlemle değişti. Ölüm de öyle. Bize düşen, bize bir defalığına verilen ve depolanması mümkün olmayan bu ömür sermayesini, yerinde ve isabetli kullanmak. Ne demiş şair?
"Hatırlar mısın doğduğun zaman sen ağlardın gülerdi âlem/
Öyle bir hayat sür ki mevtin sana hande olsun, âleme mâtem."
İdrâki açık, uyanık tutmak hâli bu. Hiç gafleti kaldırmıyor arkadaş. Göz hassasiyeti yani. Mâneviyatını ayakta tutan duyguların küçük bir bakmakla, dokunmakla batabiliyor. Akıl belki en dayanıklısı.
Geçen senelerde üniversiteli bir delikanlı, yana yana beni telefonla aramıştı. Yurt derslerinden tanıyanlar, Habib Hoca sana yol gösterebilir demişler. Sabah namazında buluştuk. Bir karşı cinse meftun olmuş. Karşılık alamamış. Kendini yiyip bitiriyor. Çoğu şeyden soğumuş. Epeyce konuştuk. İdrâk yolu enfeksiyonu yaşadığından, çok faydalı olamadık. Bu, belki de en ehvenidir. Nice sıkıntılı haller var, kim bilir? Akıl ve muhakeme yerini, hissiyat ve hazcılığa devretti mi orada artık israfın sonu gelmiyor. İnsaniyetinden tut akıl, göz, dil, dimağ gibi kıymetli cihazların yanına zamanı da alarak, israfın ve lüzumsuzluğun zirvesine oturuyor. Nice nesilleri ve beyinleri böyle kaybettik.
Evet dostlar, nereden nereye geldik. İç âlemimizdeki tutarsızlıklar, belki de kaleme yansıyor. Med-cezirlerimiz yazıyı yönlendiriyor. Aklın önüne geçen hissiyatımız, tartı ve muhakemeden bizi bazen uzaklaştırıyor. Bence şeytandan daha tehlikeli ve şeytana her zaman teşne olan emmare nefsimiz ise, en büyük sermayemizi bizden çalmanın kolay yollarını bulmuş, bizi peşinden sürüklüyor. Aman gevşemeye gelmez.
Selam ve dua ile.