Bu yazı, aslında gecikmiş bir yazı... Bundan aylar evvel yazılmış olması gerekiyordu. Fakat bekledi. Aklım niyet ettikçe yazmaya, kader bir hikmete binaen vaktini tehir etti. Anladım ki; “vakt-i merhunu” gelmemiş. Vakti gelmeyince de cemresi gönle düşmemiş...
Nur Vakfı’nın Yenibosna’daki binasında düzenlediği seminerlere 2011’in Kasım ayında Doç. Dr. Mehmet Çelik konuk olmuştu. Seminerin konusu “Risale-i Nur ve Tasavvuf” idi.
O seminer boyunca Doç. Dr. Mehmet Çelik; tasavvuf ekolünün hala geçerliliği olan bir ekol olduğunu, asıl zenginliğin onda saklandığını (cadde-i kübranın o olduğunu) ancak bazı Nur talebelerinin her nedense tasavvuf hakkında olumsuz çağrışım yapan Bediüzzaman sözlerini cımbızlayarak (evet, seminerde kullandığı kelime tam da buydu) ona karşı önyargılar oluşturduklarını söyledi. Hatta külliyat içinde tasavvufa böyle değinen metin miktarının birkaç cümleyi geçmeyeceğini ve Nur talebelerininse hep o cümlelerde takıldıklarını beyan etti.
Seminerin ardından başta Cemal Uşak ağabey olmak üzere bazı ağabeyler bu kanaate itiraz ettiler ki, bence de nihayetsiz hakları vardı. Bir kere özellikle Telvihat-ı Tis’a gibi bölümlerin bulunduğu bir külliyatta tasavvufa dair bahislerin birkaç cümleden ibaret olduğunu söylemek, bir akademisyen için, büyük bir hataydı. Ve Nur talebelerinin sadece bunları cımbızlayarak bir tasavvuf eleştirisi geliştirdiklerini söylemek de insafsızlıktı. Zira Nur talebelerinin sinesinde her zaman tasavvuf ekolüne saygı vardı. Fakat Bediüzzaman’ın mesleğinin farklarını ortaya koyma, kendi çizgilerini belirleme anlamında tasavvufî yorumlarında bir derece hassas idiler. Belki o cümlelerin çoklukla tekrarı, bu ayrımın sağlıklı algılanması açısından yapılıyordu. Yoksa tasavvuf ekolünü kötülemek amacıyla kullanılmıyordu.
Öncelikle Doç. Dr. Mehmet Çelik, tasavvufu ifade ederken Hz. Hızır’ın ekolünü ve ilm-i ledününü Hz. Musa’nın ekolüne kıyaslayarak ve Hz. Musa’nın (a.s.) Kur’an’da da geçtiği şekilde, bilmediği çok şeyi Hz. Hızır’dan (a.s.) öğrendiğini, bunun da tasavvuf ekolünün diğer ekollerden üstünlüğüne bir örnek oluşturduğunu söyledi. Yani Mehmet Çelik’e göre tasavvuf ekolünün ekseni Hz. Hızır’ın ilm-i ledünü üzerine kurgulanmıştı. Fakat bu örneklemenin kendi içinde şöyle bir açmazı vardı ki; rivayetlerden de bilindiği gibi peygamberler içinde ulu’l-azm sayılan Hz. Hızır (a.s.) değil, Hz. Musa (a.s.) idi. Yani ehl-i sünnet akaidine göre makam-ı Musa, makam-ı Hızır’dan yüksekte idi. Bu yönüyle eğer ilm-i ledün, Hz. Musa’nın şeriat bilgisinden yüksek birşey olsaydı, ulu’l-azmın içerisinde yer alması gereken Hz. Hızır olmalı değil miydi?
Bu örnekleme hafızanızda kalarak Od kitabına yönelelim şimdi. Orada da İskender Pala, bir tasavvuf büyüğü olan Derviş Yunus’un (Allah şefaatine nail eylesin) mesleğini, yani ilm-i ledünü, zahirî(!) şeriattan daha çok önemsiyordu. Hatta orada sayfalar boyunca Derviş Yunus’un eşyaya bakışı anlatılırken belki sünnet dairesindeki namazına, orucuna, tesbihatına yapılan atıf miktarı birkaç cümleyi, haydi en fazla paragrafı geçmiyordu. Yani kitap boyunca karşımızdaki Derviş Yunus, namazı nasıl kıldığı bilinmeyen, orucu nasıl tuttuğu ve neler duyumsadığı anlaşılmayan, zikri sadece “Bilmiyorum” olan bir mistik ekolün mensubuydu. Zahirî(!) şeriatla çok da meşgul değil gibiydi. Onun makamını asıl kıymetli kılan ibadetleri romanın içerisinde çok az vardı ya da yoktu. Genelde bu gelişim zihninde yaşanıyordu.
Kitabın içinde Derviş Yunus Hazretleri’nin bu yaşam çizgisini özetlemek amaçlı kullanılan şiir de şu idi: “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri...”
Evet, tasavvuf ekolünün takipçilerinin bir kısmının avam-ı müsliminden farklarını ortaya koyma adına kullandıkları şu iki mısra, Od kitabında da Derviş Yunus’un düşünce dünyasını, gönül dünyasını aktarma adına kullanılıyordu. Belki Derviş Yunus’un, abdalların yanına sığınıp sonra onlardan daha yüksek makamda olduğunu anlamasıyla tekrar dergaha dönmesi yine bu iki mısrayla değerlendiriliyordu.
(Bu noktada kitapta geçen Şeyh Abdürrezak’ın öyküsü, hakikaten ilm-i ledün adına vazgeçilebilecek şeylerin sınırlarını tayinde pek endişe verici bir örneklemeydi. Orada Şeyh Abdürrezzak isimli şahıs, sevdiği kız için pekçok mukaddesatını feda edebiliyordu. Halbuki kendisi koskoca bir şeyhti.)
Kitaptan bahisleri az tutarak şimdi yukarıda bahsi geçen Yunus şiiri ile Bediüzzaman’ın telif eylediği Telvihat-ı Tis’a’dan bir bölüm alıntılamak istiyorum. Bakınız Bediüzzaman o kısımda bu şeriat, tarikat, hakikat bahsi hakkında neler söylüyor:
“Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.”
Görüldüğü gibi sırf buradaki metinden bile hareketle Bediüzzaman’ın mesleğinin tasavvufun içinde sadece bir şubeden ibaret olmadığı, aslında Bediüzzaman’ın tasavvufu reddetmeden, ama onun dengesi bozulan kısımlarını da kabullenmeyerek kendi Kur’anî mesleğini inşa ettiğini söyleyebiliriz.
Bu yönüyle Nur talebelerinin yapmaya çalıştığı da budur veya bu olmalıdır. Yani Nur talebeleri külliyatın içinden tasavvuf eleştirilerini cımbızlayan insanlar değil, kendi ekollerinin çizgisini ortaya koyma adına bazı hususları belirginleştiren insanlardır. Tıpkı yukarıdaki şeriat, hakikat bahsinde olduğu gibi...
Tasavvuf yolcusu kardeşlerimizin bizi anlaması gereken bir nokta varsa, o nokta işte bu noktadır. Şeriat kışır, tasavvuf öz değildir. Aksine tasavvuf bir vesile, şeriat özdür. Hz. Hızır’ın makamı da işte bu yüzden Hz. Musa’dan (a.s.) geridir. Çünkü Hz. Musa daha kapsamlı bir şeriatın emanetçisidir. Belki biz böyle noktalarda Derviş Yunus’un o mübarek elini öpüyor, ama fikrine katılmıyoruz. Başka bir kem niyetimiz yok...