Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Bunun sebebi; galaksiler arası uzaklıkları, evrenin genişleme hızını bulabilecek kadar başarılı olması. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya, bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi: "Onlar ki, gayba iman ederler..."
Lee Strobel'ın hem kendi yolculuğunu hem de değerli bilimadamlarının Allahın varlığına dair kanıtlarını anlattığı Hani Tanrı Ölmüştü kitabını okuyorum bu sıralar. Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel, kitap boyunca birçok bilimadamıyla söyleşi yapıyor ve onlara tam bir muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Açıklarını bulmaya çalışıyor, fakat bunu yaparken Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.
Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere, bir gayba, bakmak gerekiyordu. Modern bilimse, yapısı gereği, bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."
Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense, kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:
"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur, sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır. (...)
"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."
Söz 'fail'e gelince geçtiğimiz hafta İkram Arslan abiyle Onur TV'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar, göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, bizim içyüzü diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"
Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencerede de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:
"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."
Bu kısma da tekrar bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, ötesi idi. Yani bir nevi gayb'tı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Her neyse. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır tam anlayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünün hakikatini de böylelikle birazcık anladım:
"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür, melekuta bakan veya melekuta dair tefekkür olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Failsiz derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemi failsiz düşünmek, bir nevi gaflet miydi bizi kör eden? Böyle şeyler. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Öğrenmek, ancak sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek, cehaletin başına gelmektir.