Gönüller Sultanı Bediüzzaman’ın Talebesi, Denizli Nur Efesi Süleyman Hünkâr Kanunî Sultan Süleyman gibi cengâverdi. 19 yaşında girdiği hapiste Üstad ile hayata döndü, dünyaya tekrar “merhaba” dedi. Risale ile hayatına hayat, zindanına nur kattı. Üstada tabi olduğu için evlâtları zehirlendi. Üzüldü, kahroldu, ama isyan etmedi.
Hünkâr, 1919 yılında Denizli’de dünyaya gelir. Ruhunda sultanlık, bileğinde efelik vardır. Soyadı gibi Hünkâr mizaca sahiptir. Gençliğinde hapse atılır. Yıllarca demir parmaklıklar arkasından dünyaya bakacaktır. Kısa süre sonra asrın sultanı Bediüazzaman ile tanışacaktır. Dünya kocaman kapı olup üzerine örtülürken Üstad anahtarı sunacaktır.
1943 yılıdır. Bir gün hapishane hareketlenir. Dış kapıya doğru bakar. Kapıya gün, koğuşa güneş doğmuştur. Tatlı bir güneş zindana süzülmektedir. O güneş Bediüzzaman’dır. Hünkâr’ın gözleri Üstad’a kilitlenir. Baktıkça bakar. Bu değişik kıyafetli adam sanki bu çağda yaşamıyordur. Son derece vakur ve kendinden emin bir duruşu vardır. Başı dimdiktir, kimseye boyun eğecek değildir. Dudaklarında dünyayı küçümseyen bir gülümseme, korkusuz ve minnetsiz bir bakışı vardır. İnsanlardan uzakta, Allah’ıyla başbaşadır. Maneviyat yüklü bir sultan yaklaşmaktadır. Nur yüzüyle zindanı aydınlatmakta, gülümseyişiyle yürekleri ısıtmaktadır. Bu güneş misal simayı görür görmez içi ısınır Hünkâr’ın. O insan sarrafıdır. Kuyumcu hassasiyetiyle bir bakışta insanı tartar. Kendi kendine mırıldanır. ‘Bu ermiş bir insandır.’
Üstadla konuşmak için can atar. Kalbî duâsı kabul olur. Üstad, Hünkâr’a selâm vererek iskemleye oturur. Hünkâr’ın kalbi duracak gibidir. “Hoş geldiniz hoca ammi!” “Hoş bulduk evlâdım!” Duy dünya! Koca sultan katil Hünkâr’ı adam yerine koydu, “evlâdım” dedi. Üstad’ın “evlâdım!” deyişinde öyle şefkatli bir his, sarıcı bir sıcaklık vardır ki, tarif edilemez. Bu söze ömür bağışlanır. Bu anlar ebede kadar hatırlanır. Bu sultana hizmet edilir. “Hocam çay-kahve ne arzu edersiniz.” “Senin bir çayını içerim!” Dünyalar onun olur. Koca Sultan “Senin bir çayını içerim” diyordur. “Acil bir çay!” Çay da, sohbet de, Hünkâr’ın yüreği de demini tutar. O sohbetten Üstad’ın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu birazcık da olsa kavrar. Sohbet sürerken içine bir ateş düşer. Üstad’a öyle bağlanır ki, gitmesini istemez. Az sonra Üstad’ı götürürler. Çaresizce arkasından bakakalır. Hünkâr böyledir. Gidenin ardında kalır gözleri.
Üstad ve talebeleri 1944 yılında hapisten çıkarlar. Sevinç ve hüznü bir arada yaşar. Sevinçlidir, çünkü Üstad ve talebeleri gibi naif, nazik ve suçsuz, günahsız insanlar bu çile yuvasından kurtulmuşlardır. Üzülür, çünkü Nur Talebeleri gittikten sonra hapishane gerçekten zindana dönmüştür. Hünkâr için zor günler başlar. Artık hapis çekilecek gibi değildir. Fakat Üstad ayrılırken bir güzellik daha yapar. “İnşaallah siz de kurtulursunuz. Kapıları Risale-i Nur Talebeleri açacaklar. Halk Partisi af yapmak isteyecek, onlara nasip olmayacak.” Kısa süre sonra Demokrat Parti iktidara gelince af ilân edilir. Hapisten kurtulur.
Yılların hasreti sona eriyor
1955 senesinde Isparta’ya gidip, Üstad’ın kapısını çalar. Usul-adapla içeri girer. Üstad’ın eşiğine varır. Üstad hastadır, karyolada yatmaktadır. Ne kadar hasta olursa olsun, konu hizmet olunca Üstad’ın hemen iyileşiverdiğini bilmektedir. Bu defa da öyle olur. Hünkâr’ın kalbi duracak gibidir. Zaman soğumuş, Hünkâr kapıda donup kalmıştır. Üstad gözlerini kapıya çevirir. Hünkâr’ı görür görmez tam bir delikanlı zindeliğinde yatağından kalkar. Kollarını iki yana açar. “Kardaşım Süleyman! Sen hoş geldin!” Kucaklaşırlar. Dünyalar onun olmuştur. Üstad Süleyman’ını öyle candan ve şefkatle kucaklamıştır ki Hünkâr bütün dertlerinden, kederlerinden sıyrılır. Ruhu engin bir denize karışmıştır. Mavi gözlü Üstad’ın mübarek sinesinden bir koku yayılmaktadır. Deniz desen değil; dağ desen değil. Dünya ötesi bir kokudur. Allah’ım ya Rabbim, hayatımda böylesine güzel bir kokuyu hiç hissetmedim, diye içlenir. O ânın hiç bitmemesini, Üstad’ın kendisini hiç bırakmamasını ister.
Deniz durulmaya, dağda yangın sönmeye, Hünkâr’ın harı dinmeye başlar. İki dağ yavaşça ayrılır. İki deniz yavaşça menziline çekilir. Hünkâr Üstad’ın kınından keskin bir kılıç gibi ayrılır. Üstad Hünkâr’ın kollarından tutup mindere oturtur. Eski günleri anarlar. Hey gidi günler hey. Şurası Üstad ile Hünkâr’ın buluştuğu Denizli Hapishanesi. Bunlar sigara kâğıtlarına yazılmış Meyve Risalesi. Rahlesinde hokka, elinde kalem, dilinde duâ, ibadet neşesi içinde yazı yazan, halleriyle insanı beş yüzyıl öncesine taşıyan, çağların içinden gülden bir kılıç gibi çıkıp gelmiş hissi veren bu adam Hafız Ali. Şu İlbadı Kabristanı’nda yıldızlar altında yatan garip Hasan Feyzi. Şu başındaki ihtiyar çağları omuzunda taşıyan bilge Bediüzzaman. Gözyaşları içinde duâ ederken sanki yıldızlar yere dökülecektir…
O gün gâh gülerler, gâh ağlar. Zaman hayli ilerlemiştir. Belki bir saatten fazla sohbet etmişlerdir. O bir saatte bir asırlık feyiz alır. Ayrılık vakti gelmiştir. Hünkâr’a cansuyu verilmiş, içindeki yangın sönmüştür. Üstad tulumbayı yere bırakır. Dil kovasını gönül kuyusuna salar. “Kardeşim, bizim vaktimiz az. Üç gün misafir kalmanı isterim. Fakat rahatsızım. Akrabam, hatta kardeşim Abdülmecid bile olsa, ziyaretçileri ancak onbeş dakika kabul edebiliyorum. Fakat sen nesebî kardaşımdan da yakın olduğun için, sana bir saat vakit ayırdım.” Ayrılırlar. Üstad çok memnun kalır. Yıllar geçse de unutmaz. “Bizimle çok alâkadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet eden Beylerbeyli Süleyman gibi ne kadar dostlar varsa, hepsine çok selâm ediyorum ve her vakit manevî kazançlarımıza ve duâlarımıza dahildirler.” Sıkıntılarla dolu hayatı 10.06.1998 tarihinde son bulur. Kimseye boyun eğmeyen Hünkâr o gün Azrail’e eğer. Efe gibi geldiği dünyadan efe gibi gider. Köyünde toprağa emanet edilir.
Denizli Hapsinden tahliye olurken çekilen resim.
Beylerbeyi köyündeki evi…
Beylerbeyi Köyündeki kabri
Hünkar Süleyman’ın oğlu Mustafa’nın Beylerbeyi köyündeki kabri