(Hasan Feyzi’ye Rahmet Duasıyla)
Selam Sana Ey Hasan Feyzi Yüreğil.
Bugün 13 Kasım 2015. 69 yıl önce bu gün hayatını kendine adadığın, aşkından şehit olduğun sevdiceğin Bediüzzaman’a kavuştun. Sana bu mektubu ona kavuştuğun mezarının başından yazıyorum. Biliyorum, mektup yaşayana yazılır. Lakin bizde şehitler de, âşıklar da ölmez. Onlar hayattadır. Aramızdadır. Sen de öylesin.
100 yıl önce mana âleminde aldığı bir işaret üzerine Rumeli taraflarından bir evliya çıkıp gelmişti Denizli’ye. “Evladım Hasan, ben seni yetiştirmek için gönderildim” demişti. Ben sana yetişmeyi ve seninle o evliyanın rahlesinde yetişmeyi ve senin tarafından yetiştirilmeyi ne çok isterdim.
Şeyh Edebali Hazretlerinin menzilinde
4 yıl önceydi. Şeyh Edebali Hazretlerinin menzilinde Sevgilinin (sav.) hayatını yazmak heyecanıyla dopdolu günler geçirmekteydim. Gecenin bir yarısında ateşler içre uyanır, Edebali Hazretlerinin türbesine kanatlanırdım. Sabah namazına kadar yapayalnız türbede kalır, bir nur, bir reca, bir medet arardım. O gecelerin birinde bir rüya gördüm. Rüyada bana, Sevgiliyi (sav.) Hasan Feyzi Yüreğil’in Bediüzzaman’ı anlattığı gibi aşkla anlat, deniliyordu.
Uyandım. 1 yıl öncesine kadar bu rüyanın ne anlama geldiğini anlayamadım. O günlerde hiç beklemediğim bir anda kendimi Denizli’de, senin yanında buldum. Rumelili Evliya seni yetiştirmek için kalkıp gelmişti. Bense senin tarafından yetiştirilmek üzere Osmanlının kuruluş ve kurtuluş beşiği Şeyh Edebali Hazretlerinin kalbi Söğüt’ten getirilmiştim.
Bediüzzaman, senin gibi Denizli halkının yüksek ruhları Bediüzzaman’ı istikbal ettikleri için 73 yıl önce Kastamonu’dan Denizli’ye gelmişti. Bu kez ihtimal ki sen ve Denizli Nur Şakirtleri benim ruhumu istikbal ettiğiniz için beni Şeyh Edebali’nin menzilinden çekip getirdiniz. Ah, bu nice devlet! Ah, bu ne büyük güzellik efendim!
Hani can çeker ya, hani kan çeker ya, işte öyle çekmiştiniz birbirinizi Bedii ile. Bir olmuş, Bir’de buluşmuştunuz. Rumelili Evliyanın dergahında cezbe ve istiğrak dolu günler geçirirken bu sefer Şarklı alim Bediüzzaman’ın rahlesinde aşkla dolu günler geçirmekteydin. Hubbi (aşk ehli) iken, şimdi de cubbi (ilim ehli) olmuştun. Sonra sükuti ve türabi (toprak) olacaktın.
Bediüzzaman hep öyle yapardı. Birini, bir şeyi sevmeye, onlarda bir derinlik görmeye görsün hemen ona kendinden bir isim verirdi. Sendeki engin feyzi hissedince isminin yanına bir de “Feyzi” eklemişti. Hasan iken, Hüsna iken, güzel iken işte şimdi bir de Feyzi oluvermiştin. Feyzi sana Şeyhin Hasan Feyzi’yi hatırlatmıştı. 1870’li yıllardı. Şeyhin dergâhında sabahlara kadar zikretmiş, nedendir bilinmez birden susuvermişti. Niye sustun dediklerinde, “Bu gün Şarkta zamanın sahibi olacak o zat dünyaya geldi” diyerek Bediüzzaman’ın doğumunu müjdelemişti. Demek o da senin gibi Üstadı istikbal etmekteymiş.
Bedii, Denizli’ye gelince bahsedilen zatın o olduğunu anlamış, güneşler gibi bağlanmıştın. “Sen Şeyhimin bahsettiği Mehdisin” dediğin o güneş, başını okşamış, tevazu buyurmuştu: “Kardeşim o makamlar bizden uzaktır. O zat geldiği zaman senin başını okşar. Üç kere maşallah der”
Nasıl bir sekir ve sarhoşluk halidir ki mehdi başını meshediyor ama sen bunu fark edemiyordun. Ancak yanından ayrıldığında fark etmiştin. Mehdi başımı okşadı diye diye günlerce yeri göğü inletmiştin. Aman ne aşklar, aman ne cezbeler, aman ne sarhoşluklar.
Bediüzzaman aşkından vefat eden aşk şehidi
Şeyh Hasan Feyzi ile doğmuş, Bediüzzaman ile ölmüştün. Türap (toprak) olmuştun. Bir kutlu kitaptın ki Şeyh Hasan Feyzi önsöz (önkapak), Bediüzzaman sonsöz (arkakapak) olmuştu. Rumelili Evliya ise seni kitap gibi yazmıştı. Öyle görünüyor ki Şeyh Edebali benim önsözümdü; sense sonsözüm olacaksın. Ben de inşallah Rumelili gibi senin kitabını yazacağım. Bedi’ “Ben Urfa’ya ölmeye geldim” demişti. Bana öyle geliyor ki ben de buraya, feyizli şehir Denizli’ye, senin yanına ölmeye geldim. Aşk ve ölüm ikiz kardeşlerdir. Sen Bediüzzaman aşkından vefat edip, aşk şehidi olmuştun. Belki de ben de senin aşkından ölüp aşk şehidi olacağım, kim bilir?
Sen, Şeyh Hasan Feyzi, Rumelili Evliya ve Bediüzzaman’dan aldığın feyz ile şarktan garba binlerce insana Nur’dan feyizler verdin. Bir feyiz deryası olan kalbinde inşallah beni de emzireceksin. Bundan hiç şüphe etmedim.
15 gün rüyada O’nu (sav.) görmese “öleceğim” sanırdı
Denizli Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptığınız dostun, büyük düşünür Nureddin Topçu sendeki Bediüzzaman aşkını görünce büyük bir şaşkınlık geçirmişti. Böyle her geçen gün kirlenen bir çağda bir insanın birisi için aşkından vefat etmesini anlamakta hayli zorlanmıştı. Tarihçe-i Hayat’ın başında Ali Ulvi tarafından yazılan önsözün kendisi tarafından yazılması teklif edildiğinde “bunu ancak Hasan Feyzi yazar” diyerek senin hakkını teslim etmişti. O gün sen hayatta değildin. Olsaydın muhakkak önsözü sen yazardın. Ben senin kitabını yazmaya niyetlendim. İnşallah ömrüm vefa eder de bitiririm. “Bana neyle geldin?” dediğinde bu kitabı takdim eder, Denizlili Mustafa Kocayaka’nın Üstadımın tavsiyesi üzerine Asayı Musa’yı Ravza-i Mutahhara’nın üzerine koyduğu gibi ben de senin mezarın üzre senin için yazdığım kitabı koyarım. Yolum düşer de Ravza’ya uğrarsam, senden selam söyler, kitabını onun üzerine de bırakırım. “Ey Sevgili (sav. ), ümmetinden şair Hasan Feyzi ağlaya ağlaya, dağa, taşa seni anlatırdı. 15 gün rüyada seni (sav.) görmese “öleceğim” sanırdı” derim.
Bediüzzaman’ı tanıyana kadar Habibullah’ı rüyada görmeden yaşayamayacağını sanıyordun. Üstadını gördükten sonra bu sefer O’nu görmeden yaşayamama ağrısı takıldı boynuna. Onu tanıdıktan sonra her anını onunla geçirmek aşkıyla yanıp, tutuşuyordun. Onsuz yapamıyordun. Yanındaydı, yanıbaşındaydı ama arada kalın hapishane duvarları vardı. Onu görme umuduyla tabir yerindeyse hapishaneyi tavaf ediyordun. Hz. Bilal(ra), Hz. Mustafa (sav.) vefat edince onun hatıralarıyla dolu Medine’de yaşayamayacağını anlamış, Şam’a gitmişti. Yaralarını depreştirmemek için o günden sonra hiç ezan okumamış, O’nun (sav.) adı her nerede anılsa öleceğini sanmıştı. O (sav.) vefat edince devesi Kusva yemeden, içmeden kesilmiş, kendini çöllere vurmuş, Hz. Ebu Zer gibi (ra) gibi yapayalnız vefat etmişti. Hz. Ebubekir’in (ra), dostu Hz. Mustafa’sız (sav.) yaşayamama hastalığı vardı. Madem ölemiyorum, bari hatıralarıyla yaşayayım, deyip Medine’de kalmıştı. Ne var ki O’nsuz (sav.) bir hayata ancak 2 yıl dayanabilmiş, “ben dostuma gidiyorum”, deyip çekip gitmişti dünyadan. Ne de olsa sende de, serde de Hz. Ebubekir’lik (ra) istidadı vardı. Sen de Bediüzzaman’dan ayrılığa dayanamamış, hatıralarıyla yana, yakıla ancak iki buçuk yıl yaşayabilmiştin. Hz. Ebubekir (ra) “anam, babam, tatlı canım sana feda olsun Ya resülullah” diye diye vefat etmişti. Sense “anam, babam, tatlı canım sana feda olsun ey üstadım” diye diye vefat etmiştin.
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurbân olacak
İlk okuduğun Risale Lem’alar’dı. Güneşin şuaı, Ay’ın lem’ası vardır. Bediüzzaman güneş, sen de ondan nurunu alan Ay olmuş, ona aşkını anlatan lem’a lem’a mektuplar, şiirler yazmıştın. 3l Temmuz l944 Perşembe günü Üstadının Emirdağ’a sürgün edileceğini öğrendiğinde yıkılmıştın. Aşk ve vuslatla dolu 10 ay ne de çabuk geçmişti. Sabahlara kadar ağlamıştın. Gözyaşların mısra mısra şiire dökülmüştü:
Çekilip nûr-u hidâyet yine zindân olacak;
Yine firkat, yine hasret, yine hüsrân olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm;
Çünkü hicrân dolu kalbim yine hicrân olacak.
"Yine göç var" diye, Mecnûn’a haber verme sakın.
Yine mâtem, yine zâri, yine efgan olacak.
Açılan ol gül-ü Tevhid, sararıp solsa gerek;
Kapanıp Kâbe-i irfan, yine vîrân olacak.
Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yâr;
Ne büyük yâre ki, kimler buna dermân olacak?
Bu büyük derd-i elemden kime şekvâ edeyim?
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.
O, şifâbahş olan envârını sen çeksen eğer,
Bana kim nur verecek, kim bana Lokmân olacak?
Temiz pâk nefsin, âb-ı hayatı bu çölün;
Onu dûr etme ki, her ferd ona reyyân olacak.
Hele ol nur-u şerifın kime değmişse eğer,
Küçücük zerre de olsa, meh-i taban olacak.
Lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim,
Bu küçük kalb-i hazînim yine handân olacak.
Bâb-ı feyzinden ırak olmayı aslâ çekemem,
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurbân olacak.
Nazarın erse garip başıma, ey nûr-u Hudâ!
Bugün artık bu hakîr bende de ummân olacak.
Bu anâsır, yüzüne her ne kadar çekse hicab,
Yine haksın; buna şâhit yine Kur’ân olacak.
Kab-ı Kavseyn’den alıp dersim bildim ki ayân,
O güzel nûr-u bedî’, mânevî sultan olacak.
Sakınıp, Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün;
Yeni baştan yine şeydâ, yine giryân olacak.
Yollara düşmüştün. Denizli’den Goncalı Tren İstasyona kadar Üstadının peşinden koşmuştun. Nefes nefese Üstadına varmıştın. “Hazretinize Buradan Ayrılırken Söylemiştim” şiirini tren vagonun penceresinden Üstadının kucağına bırakmıştın. Muhabbetle birbirinize bakmıştınız. Bu bakış son bakışınız olmuştu. Vuslatımız ahiret kalmıştı.
Üstadı Emirdağ’da zehirlemişlerdi. Öleceğim, diye endişe etmiş, vasiyetini yazmıştı. Meğer ikinci bir ruhu hükmündeki sen onun bedeline ölüyormuşsun. Denizli’den mektup gelmişti. Senin vefatını hissettiğinden teessüründen 1, 5 saat mektubu açamamıştı. Demişti ki, Feyzi’min vefatı “Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine, bu memlekete ve Alem-i İslam’a büyük zayiattır…Ben bütün ömrümde bu derece bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamışım…”
Ne güzeldir bir şehirde senin için ağlayan birinin olması
Üstad nerede olursa olsun hemen her gün Hizbu Envarı’l Hakaiki’n Nuriye’yi baştan sona okur, Denizli’ye gelir, senin mezarına girer, ruhuna bağışlardı. Ne güzeldir bir şehirde senin için dua eden birinin olması… Ne güzeldir bir şehirde senin için ağlayan birinin olması…
Üstad gibi mezarına giremesem de bu şehre geldiğim günden beri sık sık mezarına geliyor, hemen her gün senin için dua ediyor, gözyaşı döküyorum. Heyy Hasan Feyzi, senin için ağlayıp, dua eden biri var bu şehirde, unutma… Unutursan küserim, mektubumu keserim.
Üstad seni Hafız Ali’ye varis kılmıştı. Hapisten çıkınca birlikte mezarına koşmuştunuz. Üstad gözyaşları ve dualar içre Hafız Ali’nin mezarını okşarken sen de vefat ettiğinde Hafız Ali’nin yanına defnedilmeyi dilemiştin. Dua niyetine o gün Hafız için bir şiir yazmıştın. Rabbin nasip etmiş, emr-i hak vaki olmuş, vefat etmiştin. Hafız Ali ile Sahabe Efendilerimizin arasında bir fıstık ağacının altına defnedilmiştin. Üstadın, Hafız Ali ile senin bir tohum olduğunuzu, Hafız vefat ettiğinde 40-50 Hafız Ali’nin, sen vefat ettiğinde 100 Hasan Feyzi’nin sümbül vereceğini söylemişti. Denizli’yi Kahramanlar Ocağı, İkinci Isparta ve Büyük İslamköy olarak tesmiye etmişti. Gerçekten de Denizli, Hesna Şener ile İkinci Isparta, Hafız Ali ile Büyük İslamköy olmuştu. Seninle de Denizli feyizlenmiş, Feyizli Denizli ve Kahramanlar Ocağı haline gelmişti. Hala Denizli’de ocak tütmeye devam ediyor. O tohumlar sümbül vermiş. Şimdilerde yüzlerce Hasanlar, Hesnalar, Aliler boy boy sürgün ve sümbül vermiş. İlbade Mezarlığı her gün onlarca nur kahramanı misafir ağırlıyor. Mezarlarınıza gelip, “Üstadımıza selam söyleyin. Emanetiniz emin ellerde” diyerek haykırıyor.
Güzel günler göreceğiz Hasan Feyzi
Arkanızda yüzlerce Hafızlar, Feyziler sümbül verdi
Mezartaşında
"Ömrünü ilm ü irfana vakfedip
Mektep ve kürsülerde feryad edip
Kalbleri feyz ile her an
Ölmüş tenlerde hep buldular can.
Bilmediler söz attılar ol ere
O da tasa rahmet olur mu diye
Yaşı basarken elli bire
Boyun kesip verdi canını dilbere...”
yazıyor. Şimdi mezar kitabenin resmini çeken bu gencin ismi Ali. Senin hemşerin. Henüz 20’sinde. Ben onun ruhunda Hafız Ali’yi, kabul buyurursan kendimde de seni görüyorum. Ali ilk kez geliyor bu mezarlığa. Geçerken Hafız Ali’ye de uğradık. Sana selam söyledi. “Herkes doğum günü kutlar, bizler ölüm günü kutlarız. Çünkü ölünce doğarız biz. Hasan’ımın Üstadına kavuştuğu gün kutlu olsun. Ben Meyve Risalesini meleklere ders yapmaya devam ediyorum. Kendim gelemedim, Ali’yi gönderdim” dedi. Güzel günler göreceğiz Hasan Feyzi. Arkanızda yüzlerce Hafızlar, Feyziler sümbül verdi.
Üstad, Hafız Ali vefat ettikten sonra onun hasretini seninle dindirmeye çalıştı. Sen de vefat edince senin yokluğunu benim adaşım, senin meslektaşın öğretmen Mustafa Sungur ile gidermeye çalıştı. Hatıralarını yad ettiler. Şiirlerini okudular. Bir gün Sungur senin
“Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mânâ var,
Derd ehline bu mânâda canlar sunan edâ var.
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.
Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen,
Zaiflemiş ruhlar için dağlar gibi gıdâ var.
İlâ âhir…” şiirini coşkuyla okuyunca Üstadın dedi ki: ‘Sungur! Senin kalbinin derinliklerinde olan, Hasan Feyzi’nin gözlerinin önündedir!’ İlk aşklar başka oluyor, unutulmuyor, değil mi Hasan Feyzi? Bak Sungur bile Üstadın kalbinde senin için açtığı yeri dolduramamış.
Sen de, Zübeyir Gündüzalp’in Nazım Gökçek ağabeye yazdığı mektuptaki gibi “Mesnevi’yi okuyan Yunus Emre gibi uzun olmuş. Ne lüzumu vardı uzun uzun saymaya. Ete kemiğe büründüm Hasan Feyzi gibi göründüm desen” yeterdi diyeceksin belki. Haklısın.
Üstadın Denizli’den gelen mektupta senin vefat haberini hissetmiş. Hüznünden 1, 5 saat mektubu açamamış. Kolay değil. Birisi senin için hayatını feda ediyor. Nasıl katlanılır onun ölümüne. Unutulur mu o insan. Şimdi ben bir posta kutusu olan mezarının başına mektubumu bırakıyorum. Mektupta neler yazdığını sen benden daha iyi biliyorsun. Mektubu açtığında benim vefat haberimi alacaksın, şaşırma. Üstadın gibi ister 1, 5 saat; ister 1, 5 yıl; ister 1, 5 asır sonra bu mektubu aç. Bana da bir yer aç yanında, unutma…
Ruhuna el-fatiha…