Hasetle ilgili bir ayet-i kerime:
“Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)
Bir insan düşünelim: belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabb'inin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan ilâhî lütuf karşısında mümine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstad Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi:
“Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektûbat)
Baştaki âyet-i kerimede, “Allah'ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişlerdir.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah'ın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Bu vesileyle gıpta ve hasedin farkına değinmek isteriz:
Birisinin elindeki bir mala, yahut bir imkâna heveslenmek, kendisinin de ona sahip olmasını istemek gıptadır ve caizdir.
Haset ise o malın, o imkânın kendisine verilmesini değil, o şahıstan gitmesini istemektir.