Her kitabın, eserin yazılış nedeni vardır, yazara hareket noktası bu nedendir. Bediüzzaman her eserini umumiyetle sorunlara dayandırır. Mucizat-ı Kuran’iye isimli eserinin başında açıklamak zorunda kaldığı ayetlerin tarih boyunca bir şekilde sorun olarak görüldüğünü, bu yüzden onlardan hareketle Kur’an‘ın mucize olduğunu anlattığını söyler. Batıda fenlerin ilerlemesi ile kilise ve camiye alternatif olarak loboratuvar ve tabiat alındı, bu son ikiden elde edilen verilerle dinin tesiri asgariye indi veya inkar edildi.
Marks ahiretin aklen kabul edilemez olduğunu söyleyerek, İbn-i Sina’nın görüşünü daha radikal bir yönde yorumladı. Bediüzzaman, Haşir ile ilgili eserinde sorunun anlamak üzerinde yoğunlaştığını belirtir. “Bu Onuncu Sözü birden tamamiyle anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma” der. Ona yardım için İbn-i Sina’nın sözünü nakleder. “Çünkü İbn-i Sina gibi bir dahi-yi hikmet El haşrü leyse mekayisül akliye” demiş. İman ederiz. Fakat akıl bu yolda gidemez.” Bediüzzaman İbni Sina’nın eserlerini bilerek ona dahiyi hikmet diyor, İbn-i Sina’nın hikmet dahisi olduğunu söyleyen ya kendisi ne oranında dahidir, o dehaları yargılayan ve yerine yerleştiren bir büyük dehadır. Tarih boyunca çözüme ulaşmamış birçok sorunu o çözümlemiş aklı ve imanı düzlüğe çıkarmıştır. Yani felsefenin dahisi, o bile haşir yolunda akıl ile gidilmediğini söylüyorsa asıl sorun aklın öldükten sonra dirilme hakikatını anlamamak istemesidir veya inkar etmesidir.
Bediüzzaman’ın haşirde hareket noktası aklın ihatasızlığıdır. O ihatasız aklı ihata eden, kavrayan, anlaşan ve inanan bir akıl haline getirmek için bütün haşir risalesinde aklı bir mektebe dahil ettirir ve ona sonunda bütün şubeleriyle öldükten sonra dirilmeyi kabul ettirir. Ama bir saf aklı bir eser boyunca ele alıp ona yavaş yavaş anlayış kazandırıp sonunda haşri kabul eder hale getirmek ciddi bir eğitim uygulamasıdır. Kant ve Hegel‘in akıl konusundaki eserleri ile Haşir Risalesi karşılaştırılsa ki zor bir iştir, Bediüzzaman’ın farkı anlaşılır. Bediüzzaman uygulamalı akıl eğitimcisidir, ama diğerleri zor sadece teorik anlamda anlatırlar, teoriler meselelere, uygulamalara dayandırılmadığındın Hegel‘in Aklın Tarihi ve Kant’ın aklı ile ilgili üç eseri herkes tarafından anlaşılmaz. Bediüzzaman haşir eserinde aklı haşir konusunda eğitirken ayrıca model bir muhakeme eden akıl kıstası, ölçüsü de ortaya çıkarır. Bu da ayrı bir mesele.
İbn-i Sina’dan ayrı İslam uleması da haşir konusunda farklı düşünmez. Onlar da “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili naklidir. Akıl ile ona gidilmez” diye müttefikan hükmettikleri halde, bütün filozofları ve İslam alimlerinin haşir konusunda tıkandıklarını söylemek Bediüzzaman’ın araştırıcı ve yoklayıcı felsefe ve İslam ilminin haşir konusunda tıkandığını bilmesinden ve sorunu çözmek istemesinden ileri gelmektedir. Bu insan haşir konusunu çözümlemeyi kafasına koymuş, ilk eserlerinden itibaren Sözler’e kadar bu iddiasının zihin laboratuvarında muhakeme etmiş ve en uygun zamanda yıllarca kafasında alıp verdiği bu mesele bir vesile ile doğmuştur.
Bediüzzaman bu kadar kimsenin gidemediği bir yolu aklın umumi caddesine, yani herkesin gidebileceği bir caddeye çevirdiği için Allah’a şükreder ve yaptığı işin nasıl açılmamış bir yolu umumi bir yola çevirmek olduğunu mütevazi bir başarı edasıyla anlatır. “Elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol, birdenbire bir cadde-i umumiye-yi akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakim’in feyziyle ve Halık-ı Rahim’in rahmetiyle şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kafi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilememesinin bir sırrı şudur ki; Haşr-i Azam İsm-i Azamın tecellisiyle olduğundan Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Azamının ve her ismin azami mertebesindeki tecellisiyle zahir olan efal-i azimeyi görmek ve göstermekle Haşr-i Azam bahar gibi kolay isbat ve kati izan ve tahkiki iman edilir. Şu Onuncu Sözde feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa aciz kalır, taklide mecbur olur…” Her ismin en azami tecellisini gören ve gösteren bir zeka ve müşahade insanıdır Bediüzzaman. Görüyorum demiyor, görülüyor diyor, gösteriyorum demiyor, gösteriliyor diyor. Her kelime, her cümle ne kadar yerli yerinde anlatılmış. Din ve felsefe tarihinin bin yıllık çıkmazını bir umumi caddeye çevirmek ne kadar büyük bir iştir.
Dokuzuncu Şua ile Haşir Risalesinin telifi arasında otuz yıl vardır. Bediüzzaman otuz yıl bu konuyu zihninin arşivinde bekletmiş sürekli geliştirmiş, vakti gelince de kağıda dökmüştür. Çünkü her eserin zihinde doğuşu ile kağıda yansıması sanat tarihinin önemli bir meselesidir. İstanbul’un fethi yüzyıllarca düşünülmüş ama onu uygulamaya koyan bir büyük insan ancak o işi başarmıştır.
Bediüzzaman Haşir ile ilgili eserinin başında hikayeler suretinde anlattığını beyan ederken “Hakaik-i islamiyenin ne kadar makul“ olduğunu anlatmak istediğini bu yüzden hikaye kılığını seçtiğini belirtir. Demek Haşir risalesinin biçimi de aklı tatmin edici bir şekilde yazılmıştır, eserin telifinde akıl düşünülmüş ve ona göre kalem oynatılmıştır.
Haşrin suretlere kadarki açılış kısmında hikayenin unsurları şahısları ve sorunları serilir gerilim üretilir ve gerilimi çözmek için suretlere geçilir. Ama bu giriş kısmında hedef aklı haşri almayan adamı ikna etmektir. Haşir baştan sona muakele yani akıl yürütmedir. Akli konular soğuk konulardır. Bediüzzaman bunu bildiği için bahsi bir olaylar zinciri ve şahıslar mekanlar bütünlüğü içinde verir. Akli meselenin ağırlığı böylece hafifletilir, en sıradan insanın anlayacağı bir düzeye umumi caddeye çevrilir.
Haşir’deki akıl yürütmelerin özünde metnin içindeki şüphe ile mücadele vardır, akıl yürütmeler, muakeleler o kadar yoğundur ki onları bir program dahiline çıkarmak çok zordur. Aklın haşrin cereyanına imkan sınırları içinde bir yer bulmak istemesine Bediüzzaman “hiç mümkün müdür ki“ cümleleri ile başlar ve onu devam ettirir. Yani öldükten sonra dirilmeyi imkan sınırları içinde kabul edilmez gören anlayışa karşı Bediüzzaman “bu hiç mümkün müdür ki” kalıbını kullanır. Bu kalıp “evet imkanı vardır, imkan sınırları içinde” demektedir.
İkinci muakele yani akıl yürütme gözlem ile gözlemi yöneten ilkeler arasındaki açıklığı haşre açılan kapıya çevirmektir. Aradaki mesafeden haşir doğar. Suret ve hakikatlerde en çok bu kullanılmıştır. Esmanın mutlaklığı uygulamanın kayıtlı olması ve aradaki mesafede haşrin zorunluluğunun görünmesi. “Halbuki şu yerlerde o hikmete ve adalete layık binden biri icra edilmiyor.” Bütün halbuki kelimeleri isimler ile uygulamalar arasındaki mesafedeki tezadı gösterir ve ahireti doğurur. “Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler daimi ve istenilen her şey içinde bulunur bir dar-ı ziyafet ister.” Halbukiden sonra bir muakele kelimesi de çünküdir. “Çünkü daimi bir cemal zail müştaka razı olamaz.” Tekrar halbuki; “Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini bir anda bakıp doymadan gidiyor.” Çünkü, halbuki, acabalar akıl yürütmenin vagonlarıdır. Bediüzzaman mütemadiyen tezatları yakalar ve onlara cevap verir, haşri mümkin kılar. Demek kelimeleri de sonuçların bayrağını sallarlar.
Dördüncü surette iki halbuki üç çünkü kullanır, bu kelimeler kendilerinden önceki cümleleri ve sonraki cümleleri birbirine bağlayan akıl yürütme bağlarıdır. Haşir risalesinde o kadar çok öğretici yön var ki bunlar dikkatle okumak suretiyle görülebilir, aksi takdirde yıllarca okunsa da onun bir eser olmanın ötesinde çok yönlü bir okul olduğu yönleri görülemez.
Haşir risalesinde bütün cümleler akla dönük olarak kullanılmıştır, bunların tasnifini yapmak bir doktora tezi olacak kadar geniştir. Mesela Mukaddime’de birinci işaret bir tevhid dersidir. Önce sanatlı bir kitaptan bahseder, sonra kainatı bir kitaba benzetir, bu kitap içinde sayısız kitaplar bulunan bir kitaptır. Kitap katibini gösterdiği gibi kainat denen kitap da Allah’ın kudretinin kaleminin nakşıdır. Diğerinde kainat sanatlı, nakışlı, ziynetli bir eve benzetilir. Şu muhteşem kainat da bir saraydır, hem muhteşem bir saraydır. Nasıl böyle bir sarayın Sani’inden gaflet edilebilir. Burada akıl, benzerliklerden sonra mukayeselere dayanan bir boyutta tevlidi isbat eder.
İkinci işaret de aynı akli çatıyı nübüvvet ve peygamberimiz için kullanır. Burada yine mümkün kelimesinden hareket eder; “Hiç mümkün olur mu ki ile” başlayan dokuz paragrafta peygamberlik kurumunun ve peygamberimizin gerekliliğini imkanını ortaya koyar. Tamamen aklı ikna etmek için kurulmuş cümleler, cümle gruplarından oluşur. Metnin sonu acabanın akla sorgulama yapması ile sona erer. “Şimdi acaba alemde Muhammed-i Arabi Aleyhisselatü vesselamdan beşan olunan evsaf ve vezaife daha ehil ve daha cami kim zuhur etmiş?”
Hakikatlerin akli kurgusu geometrisi daha harikadır. Onlar da yine haşrin imkanını sağlamak için Bediüzzaman’ın meşhur giriş cümlesi ile başlarlar. “Hiç mümkün müdür ki…” Bediüzzaman önce Allah’ın ahirete açılan kapı durumundaki esmasının aleme yansımalarını, tecellilerini anlatır. Burada esmanın göstergeleri olan ilahi eylemler anlatılınca onun isminin azameti ortaya çıkar. Fakat isimlerin dünyaya yansıyan belirtileri eksik belirtilerdir, onlar burayı gösterir ahireti işaret ederler. Mesela Allah’ın celal ve izzetini gösterir. “Hem insan ve bazı canavarlardan başka güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahluka kadar herşey kemali dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azim heybet tahtında umumi bir itaat bulunması, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.”
Şimdi bu celal ve izzetin hakiki cereyan edeceği yere işaret eder. “Hem o celal ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır, bir ceza evi olacaktır. Çünkü zalim izzetinde mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
Altıncı hakikatte yine aklı muhatap kabul eden dokuz cümle “hem anlarsın ki” ile başlar, anlaması gereken akıldır, ona anlamayı öğretir bu dokuz esas. Bütün hakikatler de çok farklı akli ve mantıki ve tezatları yakalayan ve haşri onların üzerine bina eden cümleler kurulmuştur. Bazen de “hiç akıl kabul eder mi ki” diyerek aklı ikaza gayret eder. Cümlenin gücüne ve kurgusunun azametine bakın; “Hem hiç akıl kabul eder mi ki insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin. Adalet-i hakikiyesine zıt olarak hikmet-i hakikiyesine münafi manasız iş yapsın.” Bazen de “hiç kabil midir ki” cümlesi ile başlar. Bazen de “sakın zannetme ki” kalıbı ile başlar, insanın kafasındaki yanlış zannı teşhis eder ve onu iptal eder. “Hem zannetme ki haşre delalet eden kainatın ayat-ı tekviniyesi şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetler vardır ki bir vechi sania şehadet ettiği gibi diğer vechi de haşre işaret eder.”
Asırlardır öldükten sonra dirilme hakikatini anlayamamış kör ve sağır aklı Bediüzzaman eserinde onu ahiretin varlığını anlar hale getirir. Haşir risalesi bir akıl eğitimi ve iman eksersizleri yapan okuldur. Dünya böyle bir esere ancak Bediüzzaman’ın tefekkürü ve karihası ile kavuşmuştur. Bu nimeti bu insanlara anlatmak vicdani ve dini, hizmet sorunudur.Acaba biz bu eseri şöyle bir arkadaşı yanımıza alıp da harika yapısını ve inceliklerini ona anlattık mı? Herkes kendine sorsun, değil mi? Nimet kolay külfet zor.