Hukuk, toplum ve ahlâkla mahkemelik oldular.
Ama kökleri derin.
Kaldı ki mahkemelik olanlar sadece eylemcileri.
Bir de kökün yan dalları var...
Bu yan dallar yaralı bir toplumsal zihniyeti tarif ediyorlar.
Danıştay'ın aldığı son iptal kararında, İmam Hatip Okulu mezunlarına ve bunu yapabilmek için diğer meslek lisesi mezunlarına üniversite kapılarını kapayan Danıştay kararının arka planına da sinmiş olan zihniyettir...
Yaranın ardında tedaviye muhtaç üç derin hastalık var...
Bunlardan birincisi "simgesel bozukluk"tur.
Bu hastalığın esiri kişi, kesim ve sistemler, kendi dünyalarına ait kültürel işaret ve tarzları, anlama, algılama, denetleme, yandaş ya da öteki kılma aracı olarak kullanırlar. Bizde bu bozukluk, siyasi bir ihtiyacı karşılama, nevi şahsına münhasır ya da otoriter bir laiklik anlayışı üzerinden bir kültürel, hatta ekonomik tekel sahası oluşturma işlevi görür.
Kamusal alan olarak adlandırılan işte bu biteviye büyüyen tekel sahadır.
O zaman bu sahaya giriş ve çıkışlar 'sembolik uygunluk kriter'ine tâbi olur. İslami kimliğin siyasal ve kamusal hayatın dışında tutulmasını bu sembolik denetim sağlar.
İkinci hastalık "din-dogma ilişkisi takıntısı"dır.
Din-dogma ilişkisi, dinin ataerkil bir yapıyı simgelediği, her unsuruyla ilerlemenin ve ilerlemeciliğin karşı kutbunu oluşturduğu inancını ifade eder.
Bu bakış açısı sadece dindarı değil, aynı zamanda dini de kuşatır.
Bu çerçevede din, insan-inanç ilişkisinden çok toplum-siyaset ilişkisi açısından ele alınır. Örneğin başörtüsü genel olarak zor yoluyla, gelenek baskısıyla, erkek emriyle kuşanılan bir giysi olarak açıklanır. Bu çerçevede makbul olan dindarlaşmayan dindir. Tersi ise her anlamda tasfiye edilmesi gereken bir tehlikedir. Bu bakış için dindarlık sadece geriyi ve gericiliği değil, cehaleti ve gelişmemişliği temsil eder.
Üçüncü hastalık "toplum tasavvuru yokluğu"dur.
Toplum tasavvuru yokluğu "dondurulmuş tarih ve toplum" algısı üzerine oturur. Türkiye açısından bakıldığında bu algıda 1923 başlangıç noktası kabul edilmekte, 1923-1950 arası dönem açık ya da dolaylı biçimde yüceltilmekte, 1950 sonrası ise bozulma ve karşı devrim dönemi olarak tanımlanmaktadır.
Tarih tasavvurundaki bu "öznellik", toplum tasavvuruna ilişkin bir "bozukluk" ile anlam kazanır ve tamamlanır.
Nitekim farklı talep, kimlik ve aktörlerden oluşan parçalı toplum anlayışı bu kesimde aktif bir şekilde reddedilir.
Buna karşılık öne çıkarılan, hatta idealleştirilen "homojen insan" üzerine kurulu modernist-ilerlemeci bir düzen, yani "benzer bireylerin toplamından ibaret tekil bir toplum anlayışı"dır. Farklılık algısı da buraya hapsolur.
Örneğin toplumsal dokuya ait farklı kültürel unsur ve tabakalar temizlenmesi gereken ataerkil kalıntılar olarak değerlendirilirken, toplumsal farklılaşma, "homojen birey ve ideal toplum modeli"nin hem kurucu hem pekiştirici unsurları olarak kabul edilen eğitim, gelir, cinsiyet gibi verilerle ele alınır.
Bu durumun toplumsal tasavvur eksikliği yanında bir toplumsal tasavvur bozukluğuna işaret etmesinin ana nedeni, otoriter zihniyetin "oluşması arzu edilen toplumsal yapı" ile "varolan toplumsal yapı" arasında bir "zihin karışıklığı hali" yaşamasıdır.
İdeal bir toplum tahayyülü fiili bir işlev görmekte, mevcut toplum bu tahayyülün üzerine oturtulmakta, en azından bu tahayyülle uyumlu davranması beklenmektedir. Aksi durumlar, "irrasyonel gelişmeler" ya da "ataerkil tortu ayaklanmaları" olarak algılanır.
İşte memleketteki, ulusalcı tabir edilen, ama ortalama elit zihniyetini ifade eden, Danıştay'ın son yasak kararına sinen hastalıklar dizisi...
Başörtülüler, EMASYA'yı 28 Şubat'ın son tortusu ilan etmemize tepki duymakta haklılar...
Evet, asıl tortu burada kaldı...
Bu da değişecektir, merak etmeyin...
Yeni Şafak