Hayâ, insan fıtratının ahlâkî yönüdür. İmandan kaynaktır. Akıl imanı, iman hayâyı gerektirir. İman zaafa uğradıkça hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu azaldıkça ahlak bakımından yıkıma uğrar. Bunun için peygamberimiz (sav) “Hayâ imandandır.” (Buhârî, Îmân 16, Edeb 77; Müslim, Îmân 57–59) “Hayânın bütünü hayırdır” (Müslim, İman, 61) buyurmuşlardır.
Hayâ, bir insanın hata ettiği ve kusuru yüzüne söylendiği veya bir günaha girdiği zaman yüzünün kızarması, vücudunun bunalması ve sıkıntıdan terlemesidir. İşte bu sebeptendir ki peygamberler “utanmıyorsanız dilediğinizi yapabilirsiniz” demişlerdir.
Hayâ, edep, mahcubiyet, ar ve namus duygusu ve nefsin çirkin şeylerden sıkılmasıdır. Kişinin kusur ve hatadan dolayı utanıp sıkılmasıdır. Peygamberimiz (sav) “haya imandan bir şubedir” (Buhârî, Îmân 3; Müslim, Îmân 58; Ebû Dâvûd, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, Îmân 16; İbni Mâce, Mukaddime 9) buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (sav) bu anlamda en çok haya ve edeb sahibiydi. Sahabeler peygamberimizin (sav) bu ahlakını bize şöyle anlatırlar. “Peygamberimiz (sav) kimsenin hatasını ve günahını yüzüne vurmaz ve mahcup etmezdi. Hoşlanmadığı bir şeyi görse hayasından onu söylemezdi; ama biz onun yüzünden hemen anlardık” (Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu'n-Nebi, 67) diyorlardı.
Peygamberimiz (sav) hayâ duygusuna o derece önem verirdi ki “Her dinin kendisine has bir ahlakı vardır. İslam dininin ahlakı da hayâ’dır” (Muvatta, Hüsn-ü Hulk, 9; İbn-i Mâce, Zühd, 17) buyururlardı. Peygamberimiz (sav) iyiliği de “güzel ahlak” olarak vasıflandırır. “İyilik güzel ahlaktır. Kötülük ve günah da insanın kalbini rahatsız eden ve başkasının görmesinden çekindiği şeydir” (Müslim, Birr, 15; Tirmizi, Zühd, 52) buyurur. Başkasının görmesinden çekinmek ise hayadır. Bu sebeple peygamberimiz (sav) “Hayanın her nevi hayırdır” (Müslim, İman, 61) buyurmuşlardır.
Gerçek hayâ Allah’tan utanmaktır. Kişi Allah’tan utanırsa kimsenin görmediği yerde de edeb ve terbiye sınırlarını aşmaz. Kimsenin görmediği yerde edebe riayet eden başkansın yanında ve toplum içinde elbette edeb sınırını aşmaz. Daima edepli ve terbiyeli bulunur. Peygamberimiz (sav) “Allah’tan hakkıyla haya edin” buyurdular. Sahabeler sordular: “Allah’tan nasıl utanacağız?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi: “Allah’tan haya etmek, başı ve onun taşıdıklarını, (yani, beyninden geçen düşünceleri, gözü, kulağı, dili korumak) mideyi ve onun içine koyduklarınızı iyi muhafaza etmek, ölümü ve kabri hatırlamak ve buna göre davranmaktır. Kim ahreti isterse dünyanın süsünü ve ziynetini terk etmeli, ahret hesabına dünyaya bakmalı, çalışmalı ve ahret hesabına harcamalıdır. Ahireti dünyaya tercih etmelidir. Kim bu dediğimi yaparsa o zaman Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur” (Tirmizi, Kıyamet, 25) buyurdular.
Hayâ duygusu ikiye ayrılır. Birincisi, fıtrî olan hayâ duygusudur ki insanın başkasının yanında açılması haram olan yerleri açmaktan utanmaktır. Buna “setr-i avret” adı verilir. Avretin ne olduğu bellidir. Kadının eli ve yüzü hariç bütün bedenidir. Erkeğin ise göbeği ile diz kapağı dahil bu ikisinin arasıdır. Avretini başkasına göstermek bu durumda hayasızlıktır. Bu fıtrî bir duygu olduğu için insanda ilk olarak teşekkül eden duygu budur. Bu sebeple üç yaşında bir çocukta ilk olarak bu duygu ortaya çıkar. Sonra diğer ahlâkî özellikler buna endeksli olarak gelişme kaydeder. Bu sebeple ahlakçılar mürebbilere “çocuk utanmaya başladığı andan itibaren eğitime başlanmalıdır” derler. Bilginler demişlerdir ki “kim hayâ elbisesini giyerse hiç kimse onun ayıbını göremez” demişlerdir. Hatta Aristoles’e sormuşlar: Kadınların en çok sevilecek yönü neresidir?” Aristo cevaben “Hayâ’dan kaynaklanan yüzünün kızarmasıdır” demiştir. İslam bilginleri “Hayâ ile sukut iman ağacının iki dalı ve gülü, çirkin söz ve yalan münafığın iki dikenidir” demişlerdir.
İkincisi, insanın başkasını rahatsız etmekten ve başkasını utandırmaktan sakınması ve ahlâki bakımdan edep ve terbiye sınırlarından dışarı çıkmamaktır. Hayanın bu kısmı da üçe ayrılır: Birincisi, Allah’tan hayâ etmek. Bunun asgarisi farzları yapıp haramdan kaçmaktır. İkincisi, insanlardan hayâ etmek. Edeb dışı davranışlardan kaçınmak, insanlara eza ve cefa etmemektir. Zaten Allah’tan sakınan insanlardan hayâ eder. Üçüncüsü, kendi nefsinden hayâ etmek ise yalnız da olsa günaha girmemektir.
“Hayanın azlığı insanı zamanla küfre götürür” buyurur peygamberimiz. (sav) Yine “Hayâ imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçalanır ve dağılır. Dinin ahlakı hayadır” (İbn-i Mâce, Zühd, 17) buyurmuşlardır.
İslam bilginleri “En büyük ilim ve heybet hayadır. Bu ise, Allah'ın nimetlerini görmek ve ibadette de kendi kusurlarını görmektir. Bu sebeple hayâ kalbin kapısını çalar, şayet burada züht ve vera’ bulursa konaklar, aksi taktirde geçip gider” demişlerdir.
**
Peygamberimiz (sav) “İnsanlara nazaran Allah haya edilmeye daha layıktır. Her şeyden önce Allah’tan haya etmek ve utanmak gerekir” (İbn-i Mâce, Nikah, 28) buyurmuşlardır. Bu durumda bir kimse evinde ve hatta tuvalette dahi olsa elinden geldiği kadar örtünmeye dikkat etmelidir. Evde hiç kimse görmüyor diye açık ve çıplak bir vaziyette bulunması en azından kendisine ve üzerinde bulunan “Kiramen Kâtibîn meleklerine karşı hayâsızlıktır. Peygamberimiz (sav) “Kadın kadının, erkek erkeğin avretine bakmasın” (Müslim, Hayz, 74; İbn-i Mâce, Kitab-u Tahare, 137) buyurmuşlardır. Kadının kadın avretine, erkeğin erkek avretine bakması haram olunca kadının erkeğin, erkeğin de kadının avretine bakmasının ne derece günah olduğu elbette anlaşılır.
Edep ve hayâ Allah'ın rahmetini celbeder. “Edepsiz Allah'ın rahmetine mahrum kalır.” Edebin başı ise hayâdır. Hayâsız bir kimse en başta edepsiz sayılır. Böyle biri elbette Allah'ın rahmetinden mahrumdur. Allah'ın rahmetinin tecelli ettiği yerde melekler bulunur, rahmetin tecelli etmediği yerde melekler bulunmayacağı için “Evde başı açık kadın bulunda rahmet melekleri oradan kaçar” denilmiştir.
**
Peygamberimiz (sav) yol kenarında oturmayı yasaklamış, ancak mecburen oturmak ve beklemek durumunda olanlara “Kimseye eza etmemek, köre ve yaşlıya yardımcı olmak, selam vermek ve almak, gelip geçen kadınlara bakmamak şartı ile” (Tecrid-i Sarih, 12:187) müsaade buyurmuşlardır.
Bir hadis-i kutside “Namahreme bakmak şeytanın oklarından bir oktur. Her kim Allah’tan korkarak harama bakmazsa Allah onun kalbine imanın halâvetini verir. O kimse bunun celadet ve halâvetini, heybet ve tatlılığını kalbinden hisseder” (Kutsi Hadisler, H. Hüsnü Erdem, 28) buyrulmuştur.
İmam-ı Şafii hazretleri “Haramı nazar nisyan verir” demiştir. Bunu izah eden Bediüzzaman “ahir zamanda hafızların göğsünden Kur’an kaldırılır” hadisini nazara vererek “Bu asırda açık saçıklık yüzünden, husussan bu sıcak memleketlerde harama bakmak hevesat-ı nefsaniyeyi galeyana getirir. Vücut su-i istimalat ve israfat ile haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Bunda da tıbben kuvve-i hafızasına zaaf gelir. Bunun için elden geldikçe namahreme nazar etmemek gerekir” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s.181-182) şeklinde izah etmiştir.
Bediüzzaman bizzat kendisi harama nazar etmekten kaçması ve bu konudaki takvası ile bu zamanda bize örnektir. Başta Bitlis Valisinin evinde yirmi yaşlarında üç sene kaldığı halde onun altı kızından hiçbirisini tanımadığını herkes hayretle karşılamıştır. “Neden bakmıyorsun” dedikleri zaman da “İlmin izzetini korumak bakmama engel oluyor” demesi meşhurdur. Hem İstanbul’da gerek kaldığı yerler itibarıyla gerekse katıldığı şenlikler bakımından kadınları görmemesi mümkün olmayan durumlarda dahi kendisini tarassut eden Molla Seyid Taha ve Hacı İlyas hayretle karşılamışlardır. “Senin bu haline hayret ettik” dedikleri zaman da “Lüzumsuz geçici günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum” (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.792-793) demiştir.
Bediüzzaman işte bu derece harama bakmaktan kaçındığı için bir sayfayı bir defa okumakla ezberleyecek derecede zekâ ve kuvvetli hafızaya sahip olduğu tarihen sabittir. Peygamberimiz (sav) “Beldelerin Allah’a en sevimli olanı mescitlerdir ki orada Allah'ın zikri vardır. En sevimsiz olanı ise çarşı ve pazarlardır ki orada yalan ve haram vardır” (Ramuz, 16) buyurur. Bu sebepledir ki Bediüzzaman çarşıdan geçerken dahi şemsiyesini yanından ayırmaz hem kendisine bakmalarını, hem de istenmeyen bakışları bununla önlerdi. Hatta İslam bilginleri demişlerdir ki “Bir insan camiye gidip gelirken kebaire, yani büyük günahlara maruz kalacaksa kendi evinde kılması daha hayırlıdır.” (Kastamonu Lâhikası, 358) Dinimiz bu derece takvaya, iffet ve hayâya önem verir.
Dinimiz önem verir de biz önem vermezsek o zaman yüce Allah'ın rahmetini celb edemeyiz. Allah'ın rahmetinin olmadığı yerde de rahmet melekleri elbette bulunmaz ve açık saçıklığın yaygın olduğu yerde de rahmet melekleri bizi terk eder.
Sonuç olarak Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde mü’minlerin özelliklerini şöyle sıralar: “Mü’minler o kimselerdir ki namazlarını huşu içinde kılarlar, boş ve lüzumsuz söz söylemezler, zekâtlarını verir, hayâ ve iffetlerini korur, emanette ve ahitlerine riayet ederler. İşte bunlar kurtuluşa eren mü’minlerdir.” (Mü’minun, 23:1-5) Bu ayet mü’minin bütün güzel vasıflarını özetlemiştir. Mü’min Allah rızasını ve ebedi hayatın saadetini istiyorsa, “İman, namaz, zekât, iffet, hayâ, emanet ve doğruluk” vasıflarına sahip olmalı ve bunları korumalıdır.