Hayalim Nurcuların hayatını romanlaştırmak

Risale Haber Edebiyat Editörü Edebiyatçı-yazar Mustafa Oral Risale-i Nur ve sanatı anlattı

Risale Haber-Haber Merkezi

BÜYÜKLERİMİZİN VESİLESİ İLE RİSALE-İ NUR İLE TANIŞTIM

Söze çocukluktan başlayalım mı?

1974 yılında Ege ile Marmara’nın geçiş noktasında bulunan Balıkesir’in İvrindi İlçesine bağlı, Büyükyenice kasabasında dünyaya geldim. Aylardan Eylüldü. Babamın söylediğine göre Kıbrıs çıkarması nedeniyle Yunanistan ile aramız bozuktu. Muhtemel Yunan saldırılarına karşı geceleri “karartma” yapılıyordu. Sırtını, çam ağaçları ile kestane ağaçlarının birbirine karıştığı Asar Dağına veren, yüzünü hüzünlü bir ovaya çeviren bir kasabaydı burası. Kasaba, Balıkesir, Manisa ve İzmir’in birbirine sokulduğu geçiş noktasındaydı. İklim Marmara’nın serinliği ile Ege’nin sıcaklığı arasında gidip geliyordu. Ne yazları Ege kadar sıcak, ne de kışları Marmara kadar soğuktu. İklim kasabada yaşayan insanların hayatlarına da hâkimdi. İnsanlar ne çok birbirine sargın, sıcakkanlı; ne de birbirine küskün, soğukkanlı idi.

Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra “sol” gözü, “sol” eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum.

On üç yaşında Necdet Subaşı ile tanıştım. Onun vesilesiyle namaza başladım. Ortaokulu bitirdikten sonra Kırklareli Sağlık Meslek Lisesine kaydoldum. Burada Hasan Kiraz, Oğuz Kiraz, İhsan Turgut gibi büyüklerimizin vesilesi ile Risale-i Nur ile tanıştım.

İlk yazınız ne zaman yayımlandı?

İlk yazımız 1993 yılında Yeni Asya gazetesinde, ilk şiirimiz “Hüreyre” ve ilk öykümüz “Sidre ve Cam” Yedi İklim dergisinde yayımlandı. Akabinde ürünlerimiz Yedi İklim, Dergâh, Kırklar, Okuntu, Polemik, Edebi Pankart, Yağmur, Elif, Edebiyat Otağı, Yeni Dergi, Değirmen, Kelime ve Aryaevi gibi dergilerde yayımlandı.

Yazmaya ve okumaya kimler teşvik etti?

1988 yılında lise tahsili için Kırklareli’ye gittim. Orada Erdin Çengel ve Ekrem Ayyıldız vesilesiyle Necip Fazıl, Yahya Kemal ve Cemil Meriç ile tanıştım. 19 yaşında ilk hikâyelerimi ve şiirlerimi Taha Çağlaroğlu’na sundum. O, bunları editörlüğünü yaptığı Yeni Asya gazetesinde yayımladı. Yazılarımla ilgili ilk ciddi eleştiriyi ondan aldım diyebilirim. Akabinde Sadık Yalsızuçanlar, Suad Alkan ve Caner Kutlu ile tanıştım. Onların eleştirilerinden ve teşviklerinden çok istifade ettim.

İki öykü kitabınız yayımlandı…

İlk öykü kitabımız Sana Aşktan Soruyorlar 2002 yılında yayımlandı. İlk yapıp en mükemmel yapmak sadece Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) mahsustur. O ilk kitap benim için ilk evlat gibi idi. İlk olmanın getirdiği heyecanı ve kusurları içeriyordu. İkinci öykü kitabımız Aşktan Öte Bir Yol (Çıra Yayınları) 2006 yılında Yusuf Tosun’un editörlüğünde yayımlandı. Editörümüzün katkıları ile ilk kitaptaki hataları en aza indirdik.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ ÜZERİNDEN AŞKI ANLATMAYA ÇALIŞTIK

İki kitabınız da “aşk” öznesi üzerine kurulmuş. Neden bu kadar aşka vurgu yapıyorsunuz?

İnsan kendini mana aleminde bir şeye nispet ettirme, özellikle de kalbine karşılık gelecek karşı cinsten birisini arzu etme duygusu ile yaratılmış. Bu nispet ettirme ve arzu etme duygusunu “aşk” olarak tarif ediyoruz. Aşk üç aşamalı bir süreci izliyor. Aşkta insan ilk önce başka varlık üzerinden kendini tanıyor. Ardından o varlığa kendini tanıtıyor. Son olarak da o varlık üzerinden kendini diğer varlıklara tanıtıyor. İnsan en çok sevdiği halini en çok sevdiği varlığa arz etmek ister. En çok ihtiyaç duyduğu şeyi bunu en iyi karşılayabileceğini sandığı varlıktan ister. Modern insan bencil. Aşkı bir tanınma ve görünme biçimi olarak algılıyor. Kendini beğendirmek için “kendinden” geçiyor. Bu hal önü alınamaz açmazlara sevk ediyor insanı. Beklenti içinde olup da istediği karşılığı görmemek insanı daha da bencilleştiriyor. Risale’deki ifadesiyle bu durum en somut şekliyle hapishanelerde, hastanelerde, mezarhanelerde kendini gösteriyor.

Bu gün aşkın bir çok çeşidine tenezzül edilmiyor. Aşk karşı cinse olan tinsel bir ilgili olmaktan çıkıp, salt bir tensel ilgiye dönüşmüş. Bundan dolayı bu gün sermest-i camı aşk olan Molla Camiler, Fuzuliler, Yunus Emreler, Mevlanalar, Şeyh Galipler yetişmiyor. Biz “Sana Aşktan Soruyorlar: De ki…” ve “Aşktan Öte Bir Yol” isimli kitaplarımızda aşkın bu gün pek de tenezzül edilmeyen çeşitlerine gönderme yapmaya çalıştık. Aşkın en nezih ve saf aynaları olan Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali, Üstad Bediüzzaman Said Nursi, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, İbrahim Fakazlı gibi değerler (karakterler ibaresi burada maksadı tam ifade edemiyor) üzerinden aşkı anlatmaya çalıştık.

ÖYKÜLERİMİZ “MEKTUBAT”IMIZ. AMA UCU ÖYKÜYE ÇIKAN BİR “MEKTUBAT”

Öyküleriniz mektup ve günlük arasında iç konuşmalar olarak karşımıza çıkıyor.

Evet, öykülerimizde dil mektup ile günlük arasında gidip gelen iç konuşmalara dayanıyor. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”, Andre Gide’in “Pastoral Senfoni”si, Dostoyevski’nin “Netochka Neznova”sı ve Bediüzzaman’ın “İhtiyarlar Risalesi” bizi böyle bir dil ve üsluba götürdü. Mektubun sıcak, samimi bir sesi var. Geleneğimizde “Mektubat” çok yaygın bir telif tarzı. Mevlana, İmam Rabbani ve Bediüzzaman “Mektubat” isimli kitaplar yayımlamışlar. Hatta İmam Rabbani kendinden asırlar sonra gelen Bediüzzaman’a bir mektup bile yazmış. Öykülerimiz “Mektubat”ımız. Ama ucu öyküye çıkan bir “Mektubat.”

KALBİMİZİN BİR YÜZÜNDE MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V.)

Öyküleriniz “sen”in üzerine kurulmuş. “Sen” kim?

İnsanın diğer varlıklarla, özellikle de karşı cinsle olan ilişkisi muhatap ve muhabbet merkezinde ilerliyor. Çoğu kere muhatap bile alamayacağımız kişilere muhabbet besleyip aşık oluyoruz. O muhabbet duygusuyla sevdiğimizi değiştirmeye, dönüştürmeye, kendimize muhatap etmeye çalışıyoruz. Bunu ne kadar başarabiliyoruz, tartışılır. Bir şekilde hemen hepimiz böyle bir imtihandan geçiyoruz. Hem muhatap alacağımız, hem de muhabbet edeceğimiz insan sayısı şu dünyada o kadar az ki. Öykülerimizdeki “sen” muhatap alınan ve muhabbet edilen bir varlığı tasavvur ve temsil ediyor. Kalbimizin bir yüzünde Muhammed Mustafa (s.a.v.), diğerinde bu çağda Hatice’yi (r.a.) temsil edebilecek hayali bir varlık var.

Kalbimizi yazıyoruz ve yazımız “iki yüzlü.” Yazımızın ön yüzünde Barla’nın Sultanı Üstad, diğer yüzünde Barla Dağlarında (Gelincik Dağlarında) gezen bir hayali Hatice var. Efendimizi (s.a.v.), Üstadımızı rüyalarında gören, kendini Aişe (r.a.), Zeynep (r.a.) misali sevdiren, gönlünün bir yüzü Barla, bir yüzü Ravza olan, “tatlı canım sana feda olsun, anam, babam, en sevdiğim şeyler, bütün kainatlar sana feda olsun Muhammed Mustafa’m (s.a.v)” diye diye zikircileyin inleyen bir hayali Hatice (r.a.)... Başta öykülerimiz olmak üzere kalemimize gelen her sözü bu güzellikler üzerine kurmaya çalışıyoruz. Bütün dem ve damarlarımıza varıncaya kadar hissederek yazmaya çalışıyoruz.

BİZE DÜŞEN MUHAMMED MUSTAFA’YI (S.A.V.) OLMAKTIR

Hatice kim?

Burada Hatice’nin (r.a.) kim olduğu önemli değil. Kendimizin ne olduğu önemli. Hayat bizimle başlıyor ve bizimle bitiyor. Her insan hesabını tek başına veriyor. Doğarken yalnız doğuyor, ölürken yalnız ölüyor. Mezara da yalnız giriyor. Ebed yolculuğu da yalnız oluyor. Bu öyküler vasıtasıyla şu hakikati bir daha anladım ki, sen Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğun müddetçe, Hatice (r.a.) gelir seni bulur. Sen Hatice (r.a.) olduğun müddetçe, Muhammed Mustafa (s.a.v.) gelir seni bulur. Bize düşen Muhammed Mustafa (s.a.v.) olmaktır. Öykülerimizdeki Efendimizin (s.a.v.) ve Üstadımızın ardından bize gülümseyen Hatice kimdir, yaşıyor mudur, yaşıyorsa nerelerdedir, ne hallerdedir, bilemiyorum; ama biz buradayız ve yaşıyoruz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olmaya çalışıyoruz. O da Hatice (r.a.) ise eğer, gelir bizi bulur. Gelip bizi bulursa, dünyalar (iki dünya) bizim olur.

Şu dünya da en çok Efendimizi (s.a.v.) ve Üstadı sevdik. Üstad diyor ya “Bir tek gayem vardır…”; bizim de bu edebi yolculuğumuzda bir tek gayemiz var. O da rüyalarında bizi kah Efendimizle (s.a.v.), kah Üstadımızla birlikte gören bir Hatice’nin ebedi aşkı ve eşi olmak… En sevdiğimin (Hatice) en sevdiklerimle (Muhammed Mustafa (s.a.v) ve Üstad) bizi rüyalarında görmesini -Üstadımızın Zübeyir ağabeyi kainatlara değişmediği gibi- kainatlara değişmezdim. Bize iki dünyada şeref olarak bu yeterdi.

KİTABIMIZ İNŞALLAH EN KISA ZAMANDA “BİSMİLLAH” DER

Öyküleriniz ve şiirleriniz değişik dergilerde yayımlandı. Öykülerinizin bir kısmını kitaplaştırdınız. Ama henüz ortada bir şiir kitabı yok. Şiirleri ne zaman kitap halinde göreceğiz?

Şiirin kendine özgü bir zamanı ve mekanı var. Bu üst bir dili gerektiriyor. Şiir hata kabul etmiyor. Usta şair bazen bir şiirde, bazen bir mısrada, hatta bazen bir imgede kendini gösterir. Bu çekincelerden dolayı başta Yahya Kemal olmak üzere bir çok şair şiirlerini kitaplaştırmamak konusunda ısrarcı olmuşlar. Biz de böyle bir çekinceyi taşıdığımızdan beklemeyi tercih ediyoruz. Tohum “bismillah” der ve taşı deler. Bizim kitabımız da inşallah en kısa zamanda “bismillah” der ve dostlarla (okuyucu burada çok profan kalıyor) buluşur diyelim…

NURSİ DÜŞÜNCEDE VE DİLDE DÖNÜŞÜM GERÇEKLEŞTİRDİ

Öykülerinizde ve şiirlerinizde yoğun şekilde Risale-i Nur’un etkisi görülüyor. Risale edebiyatın neresinde duruyor? Edebiyat Risalenin neresinde duruyor?

Risalenin bütün dünyaya hitap eden insani bir dili var. Nursi, insanı insan yapan değerleri imani bir bakış açısıyla dillendiriyor. Risaleleri usul, üslup ve esas çerçevesinde değerlendirdiğimizde Üstadın hayatındaki gibi üç döneme işaret eden bir çizgi görüyoruz. İlk dönem eserleri olan Muhakemat ve İşarat’ül İcaz aklın öncelendiği eserler. Muhakemat Risalenin bilgi ve sanat felsefesini oluşturuyor. Bu minvalde Risalenin telifinde uygulanan usulün ipuçlarını veriyor. Mesnevi-i Nuriye ile birlikte dilin akıldan kalbi akla doğru geçiş yaptığını görüyoruz.

Muhakemat usulü gösterirken, Mesnevi-i Nuriye Risalede izlenecek esasın çerçevesini çiziyor. Sözler, Lem’alar ve Mektubat esas ve üslubun birbiriyle bütünlük arz ettiği eserler. Bu eserler “ustalık dönemi” eserleri olarak nitelendirilebilir. Birinci ve ikinci döneme ait bu eserler üstadın mütefekkir, müfessir ve edip olma özelliklerini adım adım gerçekleştirdiği, çoğu kere bu üç vasfın birlikte gerçekleştirdiği eserler. Lahikalar ilk iki döneme ait eserlerin şerhi niteliğinde.

Risaleyi klasik tefsir geleneği içinde tam olarak bir yere koymak mümkün olmadığı gibi, edebiyat tarihi içinde de tam olarak bir yere koymak mümkün değil. Klasik edebi kavram ve kuramlarla Risaleyi değerlendirdiğimizde bazı kusurlu tarafların olacağı kuşkusuz. Zira Nursi düşüncede bir dönüşüm gerçekleştirdiği gibi, dilde de bir dönüşüm gerçekleştirdi. Bu dönüşüm içerik, biçim, usul, üslup açısından bir çok yeniliği içinde barındırıyor.

Mesnevi-i Nuriye içerik açısından yeni konuları gündemimize taşırken, Lemaat gibi şiire benzeyen ama şiir olmayan yeni edebi şekilleri de literatüre taşıdı. Günümüzde bilhassa Güney Amerikalı yazarlar tarafından tercih edilen otobiyografik özellikler taşıyan “anıroman”ların ilk örneklerini Nursi’nin İhtiyarlar ve Hastalar Risalesinde görüyoruz. Hakan Arslanbenzer’in ifadesiyle “Sözler” bu gün Montaigne’ın “Denemeler”i kabilinden bir anlamı şimdiden kazanmış durumda. Haşir Risalesi, Ayetül Kübra, 33 Pencere (33. Söz) ve Münacat (3. Şua) edebi metin olarak bir zirve olmakla beraber bilhassa resim ve sinema alanında izlenimci, pastoral sanat anlayışının örnekleri olarak okunabilir.

EDEBALİ HAZRETLERİNİN MAKAMINDA SABAH NAMAZINDAN SONRA MESNEVİ-İ NURİYE OKUYORUZ

Risale-i Nur’da sizi en çok etkileyen bölümler nelerdir?

Her Risalenin kendi içinde bir riyaseti, önceliği var. Külliyatın başına geldiğinizde “önce hangisini okusam, şu kalbimi, aklımı, maddi-manevi varlığımı önce hangisine teslim etsem…” dediğimiz çok oluyor. Dolayısıyla birini diğerine tercih etmek zor oluyor. Bununla beraber ben Mesnevi-i Nuriye’yi ayrı bir yere koyuyorum. Onun önüne hiç birini koyamıyorum. Edebiyatımızda Mesnevi geleneği var. Mevlana’nın Mesnevi’si ders kitabı kabilinden gruplar halinde düzenli okumalara tabi tutuluyor. Biz de bir yıldır bir grup arkadaşımızla birlikte pazar günleri Edebali Hazretlerinin makamında sabah namazını kıldıktan sonra Mesnevi-i Nuriye okuyoruz. Payımıza düştüğü kadarıyla Mesnevi’nin şerhini yapmaya çalışıyoruz. Gerek Risale odaklı okumalarım için, gerekse de hayatımın geneli için en büyük kazanım bu Mesnevi okumalarıdır diyebilirim.

Sözler, bilhassa 10., 23. ve 24. Sözler etkilendiğim ama bir türlü içine giremediğim eserler. Bu metinlerde akıl kalbin bir adım önünde duruyor. (Bu metinleri bu çağda en güzel anlayıp dillendirebilecek kişinin Caner Kutlu olduğunu düşünüyorum. Bu metinlerin edebi kalitesini hakkıyla takdir edip, bunu edebi bir dil ile ortaya koyabilecek yegane insan Caner Kutlu’dur desem yeridir. Sözler’in edebi kıymetinin takdirini Caner Kutlu’ya havale edip geçelim…). 33 Pencere, Ayet’ül Kübra ve Münacat Risaleleri (3. Şua) kendimi çok yakın hissettiğim metinler olmasına rağmen yine de kendimi tam olarak onlara ait hissedemiyorum.

İHTİYARLAR RİSALESİ İLE GENÇLEŞTİM

Beni Risale’ye bağlayan asıl eserler başta 3. Lem’a olmak üzere Hastalar Risalesi (25. Lem’a) ve İhtiyarlar Risalesi (26. Lem’a). Bu üç Risale bende tam karşılığını buluyor. İmam Şafi ‘Kurân olmasaydı, vel asr suresi bile insanların hidayetine vesile olmaya yeterdi” dermiş. Kanaatim o ki; bütün Risaleler yok olsaydı sadece şu 3. 25. ve 26. Lem’a’lar bile insanlığın iki dünya saadetini temin etmeye yeterdi.

Ben İhtiyarlar Risalesinde kendimi buldum, İhtiyarlar Risalesi ile gençleştim. Onunla her daim kalbimi genç hissediyorum. Genelde yazılarımızda, özelde şiirlerimizde ve hikayelerimizde kalbimizi yazmaya çalışıyoruz. Bu anlamda kalbimizden geçenlere en uygun zarf İhtiyarlar Risalesi. Gerek içerik, gerek üslup, gerekse biçim açısından İhtiyarlar Risalesine yakın bir seviyeye ulaşmak bu dünyada hem yazarlık, hem de nur şakirtliği serüvenim için yeterli bir seviye olurdu benim için. Bir gün İhtiyarlar Risalesine layık bir eser telif etmek hayatımın gayesini gerçekleştirmiş olmak gibi bir anlam ifade ederdi benim için. Rabbimiz bize o eseri yazdırmadan ve o eserin içeriğini yaşatmadan bizi huzuruna almasın. Amin… Amin… Amin…

Bir de dergi tecrübeniz var…

1998 yılında Yeni Asya gazetesinin edebiyat, sanat ve kültür eki Elif sayfasında editörlük yapıyor, ürünlerimizi yayımlıyorduk. Sayfa kapanınca biz de bir grup arkadaşımızla birlikte “Kelime”, arkasından “Aryaevi” dergisini çıkardık.

Risaleden beslenen bir grup şair ve yazar esma-i hüsnanın “hüsna” tarafını Risale’deki dil ve duyarlılıkları dikkate alarak işlemeye çalışmışlardır. Buradaki edebiyat ve sanat kavramlarından ve kuramlarından hareketle Risale dili oluşturmaya çalışan bu grupta Suad Alkan bir ilktir. Alkan dünya edebiyatının ve sanatının geldiği noktayı dikkate alarak “Risale, edebiyat ve sanat” konuları üzerine ilk defa düşünen, bunları dillendiren, bunların kuramsal altyapısını kuran kişi olarak dikkat çekmektedir. Nurullah Çetin, Mehmet Kaplan ve Osman Gökmen kuramsal ve akademik metinleri ile, Taha Çağlaroğlu şiirleriyle ve denemeleriyle, Nejat Aday, Caner Kutlu hikayeleriyle Risalenin edebi ve sanatsal tarafına vurgu yapmışlar, örnek metinler ortaya koymuşlar. Sadık Yalsızuçanlar öyküden romana, denemeden makaleye, müzikten sinemaya uzanan edebiyat ve sanat türlerinde gerçekten de kilometre taşı niteliğinde eserler vermiş, Risalenin edebiyat çevrelerinde tanınmasına ve orta ve üst düzey okuyucular arasında kabul görmesine büyük katkı sağlamıştır. Kelime ve Aryaevi dergileri böyle bir geleneğe dayanıyor.

Dergide şiir, hikâye, söyleşi, araştırma, tahlil ve düşünce yazılarına yer verdik. Yukarıda isimlerini saydığımız yazarlarımızdan başka Metin Karabaşoğlu, Mustafa Ulusoy, Senai Demirci, Yusuf Tosun, Ender Yılmaz, Mustafa Akça, Atakan Yavuz gibi yazarlarımız ürünleri ile bize destek sağladı.

Kelime ve Aryaevi iki aylık periyotlar halinde toplam 7 sayı çıktı. Dergiyi çıkaran kadronun ilk dergi tecrübesi olmasının, temsil ettiği anlayışın ilk dergisi olmasının getirdiği handikaplar derginin uzun süreli olmasını engelledi. Derginin kapanmasında birinci amil finansmanda yaşanan sıkıntılardı. İkincisi derginin okuyucusuna ulaşamaması oldu. Üçüncüsü, belki de en önemlisi derginin yazar kadrosunun genişletilememesi ve mevcut kadronun da kendini hakkıyla güncelleyememesi olarak açıklanabilir.

“İÇER”DEN BİR SES OLARAK…

Risale Haber’de sitesinde edebiyat editörü olarak görev yapıyorsunuz. Sitede edebiyat başlığını açmanın öyküsünü sorsak…

Edebiyat sayfasının çıktığı tarih itibariyle Risale’nin Kur’an’dan beslenen üst edebi dilinin yeterince bilinmediğini, tanınmadığını fark ettik. Risale’deki edebiyat ve sanat kavramlarından ve kuramlarından hareketle Risale dilinin ortaya konulması, Risale dili, edebiyatı, sanatı üzerine edebi metinlerin ortaya konulması gerektiğini düşündük. Bu minvalde yukarıda isimlerini zikrettiğimiz bir kısım yazar ve şairle durum değerlendirmesinde bulunduk. “İçer”den bir ses olarak bu konuda örnek metinler ile tartışma ve müzakere zemini oluşturulması gerektiğini tespit ettik. Bu duyarlılıklar bizi böyle bir sayfanın açılmasına sevk etti. Sayfa şu anda zemin yoklaması yapıyor. Yeni kalemlerle güçlenmeye devam ediyor.

Gençlere ne tavsiye edersiniz? Kimleri okusunlar?

İnsanı insan olmaya ve kalmaya, edebe, terbiyeye davet etmeyen bir edebiyat metni ebediyet vaat etmiyor. Günümüz edebiyatçıları bu çekinceyi yedeğe alarak eserlerini ortaya koymalı. Okur da bu izlekteki yazarları okumalı. Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Ali Haydar Haksal gibi yazarlar bu izlekte eserler yayımlıyor. Suad Alkan, Sadık Yalsızuçanlar, Taha Çağlaroğlu, Caner Kutlu, Nihat Dağlı, Recep Şükrü Güngör, Seyit Erkal Risaleye tabir yerinde ise “edebi okuma” biçimi kazandıran yazarlar. Genelde sanat, özelde edebiyat üzerine okumalar yapanların bu yazarları dikkatle takip etmelerinde fayda var.

EN BÜYÜK HAYALİM NURCULARIN HAYATLARINI ROMANLAŞTIRMAK

Şu anda tezgahta/rahlede ne var?

En büyük hayalim Efendimizin (s.a.v.), Üstadımızın ve başta Hafız Ali, Hasan Feyzi, Tahiri Mutlu ve Zübeyir Gündüzalp olmak üzere saff-ı evvel nur talebelerinin hayatlarını romanlaştırmak. Hafız Ali romanında hayli mesafe kat ettik. İnşaallah en kısa zamanda hitama erer.

Bayram Yüksel, Zübeyir Gündüzalp, İbrahim Fakazlı gibi nur şakirtlerin hayatlarından alıntılar içeren hikaye kitabını bitirmek üzereyiz. Önümüzdeki Eylül ayına yetişecek kısmetse.

www.RisaleHaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Röportaj Haberleri