İnsanı diğer varlıklardan ayıran birçok özellikler var elbette. Ama bence insanın, kendisinden başka varlıklara fark attığı en önemli özelliği kendini, çevresini ve bütün kâinatı bir anlama kavuşturmasıdır.
Hayatın bütünüyle bir anlamı vardır, yoksa hayat çekilmez olur.
Şöyle düşünsek nasıl olur? Sayalım ki, zenginiz; maddi olarak ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bir tuşa basarak yanımıza getirtebiliriz, geniş bir imkâna sahibiz. Şöhretimiz var; bulunduğumuz konum itibariyle insanlar etrafımızda fır dönüyor. Sosyoekonomik düzeyimiz yükseldikçe meşgalelerimizin o derece çoğalması da bir vakıa. İmkân ve sorumluluklar art başı gider her şeyden önce. Tam bu havayı yakalamışken, “bu denli koşuşturma ne için?” sorusunu, eğer tam cevaplayamazsak, cevabımızla aklımızı, kalbimizi ve duygularımızı doyuramazsak, bütün bu didinmelerin anlamı bir çırpıda silinmez mi?
Öyle ya ne için yaşıyoruz? İçimizin bunca zenginlikleri neyin peşine takılıp gidiyor? Anlamı olmayan bir hiç uğruna mı? Düşünen insan bu noktada frenleyip bunu sorgulamadan edemez. Sorguladığında ise doyurucu cevap almadan da gün yüzü göremez, rahat edemez, varoluşsal acılardan kurtulamaz.
Batı bu anlamsızlığın acısını çok çekmiş ve hala da çekmektedir. Batı’yı en çok etkileyenlerden biri olan ve her zaman insanı bir hasta olarak gören Freud, saygın birine yazdığı mektupta insana ilişkin kurduğu cümle şaşırtıcıdır: “Kişi, hayatın anlamını ya da değerini sorguladığı an, hastadır.”
İnsanın belirgin özelliğidir hayatı anlamlandırmak. Hiç düşünmeyen, bir şeyleri kurcalamayan ya da ne için ömür tükettiğini bilmeyen insanın hayvandan ne farkı var? İyi ki, bu coğrafyada ona cevap veren birileri de çıkmış. Logoterapi ile bolca adından söz edilen Victor E. Frankl, hiç de onun düşüncesinde olmadığını söyleyerek, “Hayatın anlamını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışa vurmaktan çok, insanlığını kanıtladığına inanıyorum” diyerek, bu özelliğin insanı diğer yaratıklara fark attıran ayırıcı bir özellik olduğuna parmak basmıştır. Hayvanlar hayatta anlam olup olmadığını elbette bilemez.
İster Batı, ister Doğu ve ister İslâm coğrafyası insanının mutluluk olguları, hayatı aklı, kalbi ve duyguları doyuran bir anlamlandırma işlemine bağlı. Bizde değil belki, ama en büyük acıyı onlar çektiği için Batı’da, bu konuda birçok araştırmalar yapılmıştır. Bir açıdan “nerden, ne için ve nereye?” sorularının kapsamında olan anlamsızlığı apaçık ortaya koyan bilinçsizliğin ilginç örneklerini sergiliyor bunlar. Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 kişinin üzerinde yapılan bir anket sonucu, bu öğrencilerin yüzde 85’i intihar girişimlerine gerekçe olarak “hayatın anlamsız gözükmesini” göstermiştir. İşin daha ilginci, bu öğrencilerin yüzde 95’inin sosyal düzeylerinin son derece iyi ve akademik durumlarının da yüksek olduğudur. Yine Amerika’da ölüm nedeninin trafik kazalarından sonra sırayı intiharların aldığı da önemlidir. Nowlis adında bir araştırmacı da, öğrencilerinin uyuşturucuya yönelmelerinin nedeninin, “hayatta bir anlam bulma arzusu” nun olduğunu görmüştür. Madde bağımlılığı kapsamında araştırma yapan Annemarie von Forstmeyer de, doktora tezinde, 20 alkolikten 18’nin, kendi varoluşunun anlamsız ve amaçsız bulduğunu göstermiştir.
Bu araştırmalar bir yana, Fransa’nın önemli fikir adamlarından Albert Camus’un, insan olmanın püf noktasına değinerek, “Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır: Hayat yaşamaya değer mi değmez mi?” demesi de, ne olursa olsun düşünen kafaların insanın bu ince özelliği üzerinde durma ihtiyacını duyduklarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Belki de tıkanışlarının acı bir itirafıdır bu.
Yaşadığı kendi hayatının amacını bilmemenin ruhlarda oluşturduğu boşluk, bireylerde sınırlı kalmayıp bütün kitlelere de sirayet etmiştir. O kadar ki özellikle inançsızlık ve inançsızlıktan kaynaklanan ruhi boşluk kitlesel nevroza dönüşmüştür. Batı, teknolojilerinin başlarına getirdiği belalardan da şikâyetçi duruma gelmiştir. Yine Batı bu manevi açlık ya da boşluktan kurtulma çaresinin ince hesaplarını yapmış ve yapmaktadır.
Sadece Batı’da değil, komünist ve hatta üçüncü dünya ülkelerinde de görülen bu büyük vakumun, bu acı veren manevi boşluğun çaresi elbette vardır. Çaresi de insanın, kendine ve kâinata bakış açısında saklıdır. İnsan, Freud’un anlayıp yorumladığı gibi hasta olarak dünyaya gelmemiştir. Anlam arayışı dediğimiz kendisini, kendi yaratıcısını sorgulaması ve öldükten sonra nereye gideceği merakını gidermesi, sağlıklı insanın en büyük özelliğidir, var olmasının en büyük amacıdır.
Dünyanın geldiği bu aşamada geçirdiği büyük travmayı gidermede öncelikle iman esaslarından işe başlayan ve bütün hayatını ortaya koyarak uğraşan Asrın Adamı Bediüzzaman’ı dualarla anmamak ve takdir etmemek mümkün mü? Batı’da ve özellikle komünist ülkelerde ortaya çıkan imansızlık yangını İslâm ülkelerine de ulaşmış. İnsan ve onu çevreleyen kâinata anlamlar kazandıran bu büyük dava adamı, “…karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum! ” deyip, varını yokunu, hayatını ve hatta ahiretini de vererek boşuna feryat etmemiştir.
Batı’nın düşünen kafaların kurtulmak istediği bu manevi boşluğun reçetesinin, nerdeyse bir asra yakın milyonlarca insanın geçici hayatını cennet hayatına çevirip ebedileştiren Risale-i Nur Külliyatının olduğunu ve bunun yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğunun içinde oldukları imansızlık girdabını inandırıcı bir üslupla ne denli ortaya koyduğunu haykırmada tevazu göstermeye gerek var mı? Ses veren bütün fonksiyonlarımızla, bütün dünya insanlarının içinde bulundukları manevi açlık ve boşluğu gidermeleri adına avazımız çıktığı kadar “acil kurtuluş bu eserlerdedir!” diye bağırsak yeridir.
Dünyayı kavuran tehlikenin nerden kaynaklandığını çok iyi teşhis eden Bediüzzaman, bütün gücünü iman esaslarının ruhlarda yerleşmesine çalışmış. Çok kısa bir zaman içinde de bütün mahrumiyetlere rağmen çok büyük mesafeler almıştır. Bunun Türkiye’de olduğu gibi dünya ülkelerinin büyük bir kesiminde de örneklerinin bolca görülmesi, başlattığı kutsal davanın gönüllerde makes bulduğunun en büyük göstergesidir.
Risale-i Nur’un değişik yerlerinde, değişik ifadelerle insan hayatının mutluluğunun yalnız ve yalnız imanda olduğunu son derece ilginç ve kesin delillerle ileri süren Bediüzzaman, ahiret hayatının olmaması halinde her şeyin anlamsızlaşacağına, bütün hayatın bir zehir, bir cehennem ve bir zindan olacağına vurgu yaparak, hayatı anlamsızlaştıran küfrün karanlık boşluklarından her fırsatta bütün insanlığı sakındırmaya çalışmıştır. Özellikle ancak ahiret inancıyla insanın mutluluğu tadabileceğini inandırıcı delillerle ortaya koymuştur. Haşir olmadığı takdirde de, özetle “ … sermayece cihazatça serçe kuşundan mesela yirmi derece ziyade ve bu kâinatın zihayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp, en bedbaht, en zelil bir biçare olacak” demek suretiyle de, hayata, varlıklara anlam yükleyememenin insanı ne duruma düşüreceğini insan-serçe karşılaştırma ölçeğinde göstermiştir.
İnsanın mutluluğu noktasında yalnızca aklın yeterli olmadığını başta Batı olmakla dünyanın büyük bir bölümü hayat kesitleriyle göstermiştir. Gerçekten insanların düştüğü anlamsızlık duygusundan muzdarip insanların nevrotik olup olmadıkları tartışılır hale gelmiştir. Bundan yıllar önce bir Amerikan üniversitesinde, bir bilim adamına verdirilmesi düşünülen konferansın konusunun “Yeni Kuşak Deli mi?” olmasına ısrar edilmiş olması da medeni bir ülkenin gençlerinin acıklı durumunu göstermesi açısından ibret vericidir.
İnsanı aşan bir gücün, bütün kâinatı yaratan Allah’ın varlığından habersiz olan insanın, nevrotik olmanın ötesinde deliliğe varan büyük bunalımların tam ortasına düşmemesi ise uzak bir ihtimal.