Son 100-150 yıllık zaman dilimini bir tür fetret devri olarak tanımlamamızın çeşitli sebepleri var. İmam Mâtûrîdî gibi bir kısım ulema Maide 19 ayetinde geçen "'alâ fetretin mine'r-rusül/peygamberlerin fetreti üzere" ifadesinin "peygamberlerin gönderilmesinin kesilmesi" demek olmadığını, bunun "peygamberlerin getirdiği hakikatlerin ve eserlerinin zayıflaması" mânâsına geldiğini belirtmiştir (a). İmam Taberî ise fetret'te "gaflet" mânâsının da bulunduğunu belirtmiştir (b). Yani ulemanın bir kısmı arasında fetret, iki peygamber arasındaki zaman diliminde dinî duygularda durulma ve gevşeme oluşması olarak tanımlanmakta; diğer bir kısmı arasında ise iki peygamber arasında oluşup oluşmadığına bakılmaksızın ümmet içinde vahyin esaslarının belirleyici, öncelikli, bilinir ve uygulanır olmasının oldukça zayıflaması olarak görülmektedir.
Bu pencereden bakıldığında Bediüzzamanın fetret yorumu ahirzamanın dehşetli fitnesini anlattığı diğer bağlamlarla beraber “İlahi Vahyin ulaşılabilir olmakla birlikte bilinirliğinin ve yaşanırlığının fevkalade zorlaşması”nı ifade eder. Ulaşılabilirliği, tahrif edilmemiş kitabının ve son din İslamiyet’in sönmez ve söndürülemez olduğuna işaret eder. Bilinirliğinin ve yaşanırlığının fevkalade zorlaşması ise ahirzaman fitnesinin devasa boyutunu ve bir tür derin fetret durumunun yaşanılıyor olmasını anlatır.
Hadis-i şeriflerde tarif edilen “Ahirzaman fitnesi”, şimdilerde içinde bulunduğumuz türden bir fetret halini ifade etmektedir denilebilir. Ayrıca mevcut fetret hali, daha önceki fitne durumlarından da fetret dönemlerinden de çok daha farklı bir durum arz etmektedir. Hadislerde işaret edildiği gibi, o fitne zamanında yeni bir vahiy ve yeni bir peygamber gelmeyecek; bununla birlikte Mehdiyyet’in faaliyetleri bu dönemde ortaya çıkacak; Hz.İsa aleyhisselam yeniden dünyaya nüzul edecek; Hz Mehdi ile beraber Deccalist/Süfyanist düzene karşı çıkacaktır. Böylece zayıflamış, yer yer neredeyse sosyal hayattan silinmiş olan iman hakikatleri ile uygulanması fevkalade güç bir hâl almış İslam şeriatı ve hayat düzeni yeniden ihya edilecektir.
Fetret halinin görünür, bilinir ve hissedilir olmasının en pratik delili İslam Hukukunun uygulanamaz bir duruma geldiğinin müşahede edilmesidir. Uygulanamaz hale gelen bir hukukun yanında bu hukuku uygulama bilinç ve isteği de; bu bilinç ve isteği irade edecek imanî olgunluk ve amelî yetkinliği de Müslümanlarda göremeyeceğizdir. Bu durum, Bediüzzaman’ın “İman, Hayat, Şeriat” kategorilerinden birinci safha olan “İman’ın yeniden sahih bir şekilde Müslümanlar içerisinde yaygınlaşması çalışmaları”nın öncelikle ele alınması gerektiğini gösterir. Fitnenin en derinleştiği zamanda kaybedilen şeriatın/iktidarın kavgasını vermenin, ya da hayata ilişkin düzenlemelerle uğraşmanın, fitneyi kurgulayan ve yönetenlere bir tür kolaylık sağlayacağı açıktır.
Zira ortada hayata ilişkin İslami taleplerini ve siyasal düzene yönelik iradesini oluşturamayan, bütün bunlara esas kuvvet olacak imanî duygu, düşünce ve teslimiyyetini kaybetmiş bir topluluk vardır. İmanî esasların yeniden çağın idrakine uygun şekilde izahı ve tedrisi çalışmaları uzun bir zaman alacaktır. Çünkü hem fitneden beslenen iç unsurlar hem de ümmetin zafiyetinden faydalanan, boğazına dizini dayamış dış mihraklar bu çalışmaların kendilerine ileride oldukça büyük sıkıntılar açacağını düşüneceklerdir.
İstibdat halinin en derin zamanında yapılacak imanın yeniden kalplerde tesisi çalışmaları dişe dokunur sonuçlar verdiğinde artık istibdat halinin hayli zayıfladığı; baskın unsur olarak tutunamadığı, belki kendini korumak ve direnmek için uzlaşma arayışına girdiği bir durum ortaya çıkacaktır. İşte bu safhada Müslüman kitlenin önüne yeni bir problematik gelecektir: “Gündelik hayatın imanî esaslara uygun, İslam hukukunu (da) referans alan bir yapıya dönüştürülmesi”. Bu safha, Bediüzzaman’ın Risalelerinde anlattığı ümmetin yeniden ayağa kalkması için yaşanması gerekli dönemlerden “hayat” dönemine tekabül eder. “Hayat” safhasının en kritik unsuru “Fıkhın yeniden tesisi”dir.
Statüko denilebilecek fitne döneminin sosyolojik, siyasi ve ekonomik yapısı; son döneminde “uyumlu, pasif ve protestan ahlâklı Müslüman”a razı olmuş bir görüntü verecektir. Bediüzzaman mevcut seküler hukuktan dışarı çıkılmaması, Müslümanların inançlarını gözetmeyen ilkel faşist bir demokrasi halinin yaşaması, faize ve acımasız rekabete dayalı kapitalist veya karma ekonomik yapının idamesi, profan bilime dayalı eğitim ve öğretimin devam etmesi için gayret eden Statükoyu “Her iki Deccal, âzamî bir istibdat ve âzamî bir zulüm ve âzamî bir şiddet ve dehşetle hareket ettiklerinden, âzamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler” (c) şeklinde tasvir eder. Satüko, istibdadı ve cebbarlığı kanunlar perdesi altında uygulayarak kendini devam ettirir.
Fakat durum böyle devam etmeyecektir. Müslüman hayatla ve tabiatla barışıktır, ama müslüman içinde yaşadığı gayr-i insanî ve islamî bir düzenle musalaha edemez. Statükonun bütün çabaları ve aldatmalarına karşın “hayat safhası”nın gerçekleşmesi mukadderdir. Bediüzzaman “Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlûbiyeti hengâmında, böyle istidraçlı ve şanlı ve tali’li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan, gizli ve dehşetli olan mâhiyetine bakmayarak, kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve Kur’ân ışığıyla hakikat-ı hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır” (d) der. İnkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eden yapıyı ve bu yapıyı tesis ve idame ettiren güruhu, “istidraçlı ve şanlı ve tali’li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandan”ı nazara vererek ortaya koyar. Ortada hem bir şahıs vardır hem de bu şahsın işaret ettiği bir şahs-ı manevi-i küfri vardır. Şahsın ölmesiyle birlikte zulüm bitmeyecek; belki oluşturduğu şahs-ı manevisi ile daha da derinleşecektir (e).
“Hayat safhası”; işte bu tahribatın tamir edilme ameliyelerinin en yoğun yaşandığı dönemdir. Fetret/fitne devrindeki müslümanın siyaseten iktidarı ele geçirmiş olsa da; sosyal hayatını yine kurulu düzenin izin verdiği kadarıyla yaşayabileceği açıktır. Zira mukaddesata hücum eden ve gayri İslami bir yaşam öneren yapının değişmesi için hukukun yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Değişim iradesi gösteremeyen/hukuk tesis edemeyen Müslüman için tek alternatif vardır: Kavramsal olarak siyasal iktidarı hedefleyen ve ideolojik bir düşünce olan İslamcılık’a mahkûmiyet. Bu mahkumiyete dâhil olmak için ille de siyasal bir İslami söyleme sahip olmak gerekmez.
Herhangi bir –siyasal veya ideolojik kaygı gütmeyen- cemaat, cemiyet, tarikat ya da başkaca bir unsurun içinde bulunup da değişim iradesi gösteremeyen ve statükoya boyun eğen Müslüman için de sonuçta (pasif/iktidara yönelmeyen) “İslamcı” tabiri kullanılabilir. Bu tip gurupların çoğunlukla bir ümmet ve insanlık boyutunda projeleri/ufukları yoktur ya da fetret/fitne düzenini fark edemeyecek kadar sosyal düzenden uzakta yaşamaktadırlar.
“İman, Hayat, Şeriat” kategorilerinin ilkinde, yani imanın yeniden kalblerde tarif ve tesisi çalışmalarının yoğun şekilde yapıldığı ilk dönemde “maslahata binaen” ortaya konulan birbirinden farklılıklar arz eden bireysel davranışların, ikinci dönemde artık çeki düzene kavuşturulması; değişkenlik gösteren davranış tiplerinin bir karara kavuşturulması, hayata ait ahkâmın belirginleştirilmesi ve uygulanmaya çalışılması, insanların bunlara ilişkin bilgilerinin yeterli seviyeye getirilmesi ve onlardan bunlara riayet etmelerinin beklenmesi gerekmektedir. Müslümanların eskiden “gerici/mürteci” damgası yememek uğruna ya da şüpheli bir “maslahat” için kendi hayat anlayışlarından tavizler vermeyi bırakmaları; pragmatik ve makyavelist davranış ve düşünceleri terk etmeleri “hayat safhası”nda gerçekleşecektir. İman safhasında görünen müsamahakâr/tavizkâr yaklaşımların ilanihaye sürdürülemeyeceği; yerini icra edici bir irade beyanının gösterilmesi beklentisine bırakacağı açıktır. Bu irade beyanı, hukuk üreten bir yapının oluşmasıyla ortaya konulabilir.
Anayasanın değiştirilmesi, bu irade beyanının ilk aşaması olarak görülebilir. Ancak, yeni anayasayı tarif edecek ve buna göre düzenleyecek genel iradeye; Müslümanca hayata uygun, Müslüman olmayan diğer unsurları da gözeten, deyim yerindeyse bir tür “Medine Vesikası” vizyonuna sahip hukuki yapı önerisi getirmek gerekmektedir. İnsan hak ve hürriyetlerinden tutun, ekonomik yapının dindar insanın yaşayabileceği bir ortama dönüştürülmesi; en azından buna fırsat verecek alternatiflerin olması gibi pek çok husus bu anayasa da yer almalıdır. İman hakikatlerinin anlatılmasına mesai sarfederken; mevcut yapının köşe taşlarının değiştirilmesi için çabalamamak; örneğin helal kazancı öğütlerken iktisadi yapıyı kapitalizme mahkûm bırakmak, fitnenin/fetret devrinin devamına teşne olmak demektir. Bireysel hak ve hürriyetlerin sağlanması; insanın başka insanlara olduğu kadarıyla kendine de zulmetmesinin önlenmesi, yıkıcı rekabetin değil dayanışmaya yönelen ve mesaileri tanzim eden bir ekonomik düzene kavuşulması hedeflenmelidir.
Bediüzzaman fitneyi/fetreti ortadan kaldıracak bir süreçte Müslümanların ihtiyaç duyacağı hususları “Ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur” (f) şeklinde açıklar. Yani çalışma ortamının (ticari, sınai, memuriyet vs. alanların) Müslümana yaraşır bir şekilde tanzimi, Müslümanlar arasında birbirlerine güven duygusunun oluşması ve yardımlaşmanın teşvik ve kolaylaştırılması gerekmektedir. Üretilecek yeni fıkıhtan kastımız 1400 yılda ortaya konulmuş İslam fıkhının üzerini çizip yeni bir fıkıh üretmek değil; yukarıdaki ihtiyaçları karşılayacak bir geniş görüşlülük içeren bir hukukun tesisidir. Zaten, bu ihtiyaç/hukuk ihtiyacı da dinin kudsi emirlerinin gözetilmesi, vicdanın düzenleyici dinamiğinin (takvanın) ve dine olan kuvvetli güven ve itimadın (salabet-i diniye) toplumda yerleşmiş olmasıyla (iman safhasının olgunlaşma döneminde) ortaya çıkacaktır.
Nursi’nin “İman, hayat, şeriat” kategorilerinden “şeriat safhası”; daha çok, ittihad-ı İslam’ın ümmet bazında sağlanması çalışmalarının yoğunlaştığı bir dönemi ifade eder. Artık, İttihad için yeterli bir hukuk ve Müslüman çoğunluk; yani küresel ölçekte hükümferma olan Deccal fitnesinin enstrümanları olan küresel kapitalist ekonomi, savaş endüstrisi ve medya gibi unsurlara karşı koyabilir bir irade ve topluluk oluşmuştur demektir. Bu dönem öncesinde, yani hayat safhasında, Müslüman birey, Müslümanca yaşamaya ilişkin yükümlülüklerini doğru ve istikrarlı bir şekilde yapar hale gelecektir. Her ortamda İslam’ı savunduğu halde namaz kılmayan, namaz kıldığı halde yalan söyleyen, zekât verdiği halde ticaretinde her türlü hileye başvuran zayıf karakterli Müslüman tipi oldukça azalacaktır. Basında, hukuk metinlerinde, üniversitelerde, eğitimde, ekonomik faaliyetlerde, hâsılı hayatın her katmanında Müslümanın hak ve hürriyetleri güvence altına alınacaktır.
İman hakikatlerinin insanlara ulaştırılması ve Müslümanca yaşamanın önünün açılması ile fetret devresinde İslamiyet’in üzerini örten koyu bulutlar açılmaya başladığı görülmektedir. Bu faaliyetin, kıyamete kadar en mühim ve en birinci, her zaman ve zeminde en kıymetli hizmet olduğu; her bir kişi için en birinci sırada yer aldığı/alması gerektiği açıktır. Diğer kategorilerin de (hayat ve şeriat) odağında, esasen bireyin imanının kurtarılması ve Müslümanca yaşaması önündeki engellerin kaldırılması esası bulunmakla beraber, ilkinde bireyin dini teşebbüs kabiliyetinin oluşturulması esas iken; diğer ikisinde buna, siyasal ve ekonomik yapının da bu teşebbüsü destekleyici bir forma kavuşturulması gibi daha kapsamlı hedefler eklenmektedir.
(a) Mâtürîdî, Te'vîlatül-Kur'an, I, vr. 181b , Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40.).
(b) Taberî, Câmi'ü'l-beyân, IV, 166-167.
Not: (a) ve (b) dipnotları Mustafa Akçay’ın basılmamış doktora tezi “Dini Sorumluluk Açısından Fetret Ehli, İstanbul 1997” makalesinden alınmıştır.
(c) 5. Şua; İkinci küçük mesele.
(d) 5. Şua; İkinci küçük mesele
(e) 5. Şua, Şualarda bahsedildiği üzere “Darül’hikmetten daha eskidir”. Üstadın Hürriyetten (II.Meşrutiyetten) bir sene evvel İstanbul’a gelişinde (1908) Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanının bazı müteşabihata ilişkin sorularına verdiği cevaplar neticesinde ortaya çıkmış ve 1908’de telif edilmiştir. Bilahare, 30 sene sonra bazı eklentilerle beraber temize çekilip tekrar yayınlanmıştır.
(f) Lem’alar, 17 Lem’a, 7. Nota.