Bir çekirdek düştü toprağa.
Toprak, çekirdeği tanımadığı gibi çekirdeğin içinde yazılı olanları da bilemezdi. Çekirdekte olmayan bir şeyi kim ona verecekti.
Sebepler onları bir araya getirip, tanıştırdı.
Böylece toprak çekirdeği sadece bağrına bastı, o kadar.
Bu muhabbet süresince çekirdek su istedi. Su da çekirdeğin kaderinden habersizdi. Hiç bir karşılık beklemeden yavaşça gözeneklerinden çekirdeğe sızdı, İhtiyacını karşıladı. Hararetini söndürdü, tabiri caiz ise canına can kattı.
Su yaptığı işin ne olduğunu bilmiyordu. Öyle bir eğitimde almamıştı. Hidrojen ve oksijen denilen yakıcı ve yanıcı iki maddeden meydana geldiğinden de habersizdi.
O çekirdek çürüdü toprağa kavuştu. Onu toprağa atanlar, çürüyüp yokluk âlemine gittiğini düşünüp üzüldüler. Havalar soğudu, rüzgâr esti, yağmur yağdı, kar yağdı, kış geçti, bahar geldi. Tabiat yeniden canlanmaya başladı.
Sonra birden bir filizcik çürüyen çekirdekten çıkıp başını uzattı, toprağı delerek yeryüzüne ulaştı. Güneş’e, Ay’a ve bütün kâinata merhaba dedi.
Tıpkı yumurtayı delen bir civciv gibiydi.
Toprakta, suda ve çekirdekte olmayan şey, o minicik filizde vardı. Çünkü filiz canlıydı. Ne toprak ne de su o filize rızık olduklarının farkında bile değillerdi.
Peki, cansız tohum nasıl oldu da birden bire diriliverdi?
Ne gören var, ne de bilen. Rengi ile kokusu ile güzelliği ile nasıl canlı hale geldi! Toprakta ve suda o kokular var mıydı? Ne gören var, ne de bilen.
İlim dünyasında hadiseyi açıklayan hiç ama hiçbir doyurucu izah yoktu.
“Çekirdeğin içinde bitkinin programı var” diyenler bir noktayı unutuyorlardı.
O programın içinde hayatın kendisi yoktu.
Peki, hayatın kendisi nereden geliyordu? O ilk enerjiyi veren kimdi?
Filiz, dünyanın merkezinin ne tarafa düştüğünü bilemezdi. Onun tam aksi yöne doğru, koca dünyanın çekimine meydan okurcasına gökyüzüne doğru korkusuzca yükselmeye başladı.
Toprağı deldi ve çıktı. Toprağın üstünde neyle karşılaşacağından da habersizdi. Semaya başını kaldırıp, haykırırcasına:
Ben geldim, beni yaratan Zat’ın kudret eseriyim, onun “Hakk” söyleyen ayetiyim” dedi.
Tarla sahipleri ise “ Fettah” isminin tezahür eden cilveleriyle bu filizi yeşerten ve bu nimeti veren Hâlık’ı Zülcelâl’e şükrettiler. Bu sene mahsul çok olacak dediler. Onları sadece mahsul ilgilendiriyordu.
Çok ilgi çekici bir hakikat daha vardı ki, o da yeşeren bu filiz de mevsim sonunda yeniden toprağa atılmak üzere bir başka çekirdek bırakacaktı.
Dünyaya merhaba diyen bu filizle birlikte, kâinata bahşedilen hayat denen şey, güzellik sahibi bir Zat’ın varlığının ve birliğinin en parlak bir delili değil miydi? O, aynı zamanda Rahman ve Rahim isimlerinin cilveleri olarak yarattığı bütün mahlûkatın ”Rezzak” isminin gereği olarak rızkını yerinde ve zamanında vermesiyle muhteşem ve sonsuz bir zenginliğin de kaynağıdır.
Bütün zenginlikler, O’nun merhametinden tecelli eder. Kâinat, O’nun gizli ve bilinmez sanatının nezih ve nazenin nakışlarıdır. O sanatın her zerresi onun güzel tecellilerindendir. Dünyaya “Hay” isminin tecellisiyle gelen bu filizin de yaşaması onun “Kayyum, Rahman, Rezzak ve Rahim” isimlerinin tecellileri sayesinde olmaktadır.
O’nun kâinata hayat vermesi, Bütün mahlûkatını ebedi yok olmaktan ve idam olmaktan kurtarmaktadır. Çünkü canlılık dediğimiz hayat olmazsa, varlık da varlık değildir. Yokluktan farkı olmaz. Hayat ve ruh maddenin anlamlı hale gelmesinin sebepleridir. Belki madde, manası ile var olmaktadır.