Risaleleri okurken elimde mutlaka kalem olur. Kalemsiz okuyamıyorum, öyle alışmışım. Bir kere, okuduğum yerlerin çoğunun ya altını çizerim ya işaret bırakırım ya da notlarımı alırım. Sadece okuyup geçmek, beni kesmiyor. Sonra notlarımı kısa aralıklarla gözden geçirir, diğer yerlerde geçen benzer konularla birleştirir, biraz da müzakere ettikten ve aynı konuyla ilgili bazı dersleri de dinledikten sonra, kimi destekleyici fikirleri de bulunca yazıya dökerim. En sancılı tarafı da yazıyı yayına gönderirken, tekrar okumak olur. Niçin sancılı olur? Çünkü kendimi, bu anlatılanları nefsimde denedim mi, yaşıyor muyum, tatbikat testinden geçtim mi diye sorguya tabii tutarım. Bir nevi yazımız bizi, satırdan sadıra inmiş mi diye sorgular. Satırların ağızdan ya da kalemden çıkması önemli değil. İfadeler, yaşanmıyor ve hâle dönmüyorsa, anlatanın dili ve yazanın kalemi kurur, tesirli olmaz. Meşhur bir vaaz, evinin elektriğini oturduğu binanın elektriğine bağlamıştı. Bunun anlattıklarının anlatana bakan yönüyle bir kıymeti veya kulağı geçen bir tesiri olur mu?
İşte nurların gönüllere bıraktığı derin iz ve akıllardaki tesirinin sırrı, Said Nursi'nin Kur'an ve sünneti tatbikteki derinliği, cihat sahasında açtığı yeni tarz, izah ve tatbikatıdır.
On Birinci Lem'ayı okuduğumda, deliye dönmüştüm. Öğrendiğim sünneti yaşama telaşı ve heyecanı sarmıştı beni. Şimdi o hâlimi muhafaza edememiş durumdayım. Son Şahitlerin özellikle 1. cildi de beni çok etkilemişti. Ne muazzam ve destansı bir hayat? Bunlar karşısında kendime bazı insanî sıfatları yakıştırmakta zorluk çekiyorum doğrusu. Bundan "Rehber-i Ekmel, Mukteda-i Küll" noktasında Resûl-i Ekrem'e ve sahabelere uzandığımızda ise, dilimiz lâl kesiliyor. Nutkumuz tutuluyor. Böylece, karşımızda yaşanmış bir Kur'an görünce, bu örnekleri hayata, pratiğe dökmek cehdi kamçılanıyor. Onun için nazarımızın bir kenarı, devamlı bu hayatlarda ve örneklerde olmalıdır.
Buradan her gün zihnimden tekrar ettiğim hem de ifadenin sahibinin yaşadığını da bildiğim için aklımdan da çıkaramadığım, notlarımda kaydettiğim Şualar'ın başında geçen "İnsanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiyeti ise, her zaman, her dakika Halıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan" cümlesine gelmek istiyorum. Bu cümle çok derin ve veciz, bir o kadar da ifade makamına münasip. Hani insan, ne zaman "her zaman, her dakika iltica eder ve yalvarır." Yani onu dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevk eden" en keskin sebepler nelerdir? Hastalık ve musibetler, iltica ve yalvarmanın; şifa ve afiyetler ise, hamd ve şükrün vesileleri değil midir? Hani İkinci Lem'adaki "Sıhhat ve afiyet ve lezaiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası olur; öyle de musibetlerle, hastalıklarla âlâm ile.... bir lisan ile değil, belki her bir âzânın lisânıyla bir iltica, istimdat vaziyeti verir." Ne münasip bir tespit, teselli ve ifadeler değil mi? Bir yönüyle Kur'anî bir bakış açısı... Üstad bunu uzun bir ömürde de bizzat tatbik ederek tavsiye ediyor.
Yeknesak, düz, lekesiz bir hayat yok gibidir. Yani böyle bir hayat yaşayan, ha var ha yok sayılır. Var mı yok mu belli değil yani. İfadelere bakar mısınız? "Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat (hareketsiz, musibetsiz hayat) hayr-ı mahz( tam hayır) olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz (tam şer) olan ademe (yokluğa) daha yakındır ve ona gider."
Ben bunu kalp grafiğindeki çizgilere benzetip anlıyorum. Kalp grafiği çekildiğinde çıkan şeritte, çizgi eğer engebeli, inişli çıkışlı ise bir hayat, varlık alâmeti oluyor; eğer düz çizgi şeklinde ise, tıbbî terimi ile 'eks' olmuş, yani ölmüş oluyor. Bir yönüyle vücut, varlık sahasından hareketsizliğe, kendini belli edememe, vazifeyi yapamama yönüyle ademe( hareketsiz kalma durumuna) bir yönüyle yokluğa düşmüş sayılıyor. Demek hayat inişli çıkışlı olmalı ki var sayılsın ve vazifesi olan ilticaya sevk edilsin. Afiyettle de şükrünü yapsın. Rivayetlerde Firavun'un üç yüz sene yaşadığı ve gözünün önüne çapak bile gelmemesi dahil hiçbir ağrı ve musibet yaşamadığı anlatır. Bu da onu gurur ve kibire götürmüş, hayat makinesi vazifesini yapıp safileşememiş, kuvvet bulup terakki edememiş, mahiyetindeki acz ve za'f mâdeni işlememiş. Bir nevi işlenmemiş taş ya da kereste gibi kalmış. Halbuki mahiyetini işletseydi, basit bir kerestenin mobilya olması gibi bir kıymet ve değer kazanıp insanlık semasındaki yerine alabilirdi
Hani cılk ve muameleye tâbi olmayan yumurtadan bir civcivin ve ekilmeyen çekirdekten bir ağacın çıkmaması gibi, insanın da bir muamele görmemesi, onu bir nevi yoklukta ve meyvesiz bırakıyor.
Ulu çınarlar fırtınalı havada kuvvet kazanıyor, ululuğa ulaşıyor. Uçurtmayı da uçuran rüzgâra karşı olan direnci, mukavemeti değil midir? Hayatı tasaffi ettirip bizi yokluğa, hareketsizliğe düşmekten kurtaran ve ilticaya sevkeden musibetlere, değişik yaklaşım gösteren bir levhayı da sizinle paylaşmak istiyorum.
Yazar evindeki çalışma odasına girdi, günlüğüne bir yıl içinde başından geçenleri:
-Geçen yıl cerrahî bir ameliyat geçirdim.
-Aylarca yatağa bağlı kaldım.
-Altmış yaşına girdim.
-Otuz yıl çalıştığım vazifemi terk ettim.
-Geçirdiği araba kazası nedeniyle oğlum, okulundan bir sene kayba uğradı.
Ve sonunda da
-"Ne kötü bir yıldı." şeklinde yazdı.
İçeri giren karısı, kocasının günlüğüne yazdıklarını gördü ve okudu. Dışarı çıkıp bir müddet sonra bir kağıdı kocasının günlüklerinin yanına koydu. Kocası yazılanları okudu, şöyle yazıyordu:
-Gecen yıl uzun süren hastalıktan kurtuldun.
-Altmış yaşına sağlık ve afiyetle girdin.
-Yeni kitaplarını yazmak için, emekli oldun.
-Oğlun trafik kazasında ölümden döndü.
Yazı:
- "Allah, bize çok ikramda bulundu, ne güzel bir yıldı." şeklinde bitiyordu.
Olaylar aynıydı, bakış açısı farklıydı.
İşte nurlar, bize hayatın bu iniş ve çıkışlarına karşı bir bakış açısı kazandırıyor ki bu çok mühimdir. Bu noktada İkinci Lem'a başucu levhamız gibi olmalıdır.
Evet dostlar, mü'min Kur'an'ın ifadesiyle "lentebur" bir ticaret içindedir. Yani hiç kaybetmez. İltica eder, yalvarır kazanır; şükreder, hamd eder kazanır.Yeter ki fırsatları iyi değerlendirsin, her "an"ıyla "O"nunla olsun.
Selam ve dua ile.