Yaşadığımız altmış-yetmiş yılın yarıya yakını uykudur. Yani yaşayamadan geçen zamandır...
İlk yirmi yılımızı ise çocukluk-gençlik çağı götürür; hayatı keşfetmeden yıllar uçup gider...
Açıkçası, yetmiş yıllık ortalama ömrün elli yılı yaşanmadan geçer. Geriye onbeş, yirmi yılımız kalır ki, onun bile büyük bir bölümünü, tekrar yaşamayı istemeyeceğimiz sıkıntılar, dertler, çileler, problemler götürür.
Bir ömür içinde, insanın yeniden yaşamayı isteyeceği kaç gün var dersiniz?
Bütün bu çabalar, bu kırıp dökmeler, baskılar, ideolojik dayatmalar ve bu koşturmacalar birkaç yıl için: O birkaç yılı bile “adam gibi” yaşayamıyoruz.
“Adam gibi yaşamak” demek, sınırlı zamanı yaradılış hikmetine uygun olarak değerlendirmek demektir...
Ve belki o zaman, bir birimizi kırmak yerine sevmeye başlayabiliriz...
Zira “çıkar eksenli hayat” telakkisi kurumları da insanları da tüketiyor.
Bediüzzaman’ın, “Dünya kendini ucuza satmıyor” şeklindeki tespitinin tecellilerini en çok içinde yaşadığımız zaman diliminde görüyoruz...
Görüyoruz ki, dünya malı karşılığında dalkavuklaşanlar olduğu gibi, soysuzlaşanlar, hayvanlaşanlar, Nemrutlaşanlar, Firavunlaşanlar, gaddarlaşanlar var... Hatta “bir gram dünya uğruna” namus ve haysiyetini pazara çıkaranlar bile var!
Yansımalarını hemen her gün gazetelerde okuyor, hemen her akşam televizyonlarda izliyoruz... Bazı olumsuzluklar karşısında insanlığımızdan utanıyoruz, âdeta yerin dibine geçiyoruz...
İhtirasın aklı geçtiği durumlarda beter şeyler olur!
Günümüzde ihtiraslar aklın önünde gidiyor. Envai çeşit olumsuzluk sergileniyor. Çoğumuz, dünya buna “değermiş gibi” yapıyoruz.
Bediüzzaman hazretleri de yıllar ötesinden güne bakıp “Kendinizi kurban etmeyin” anlamında, “Dünya kendini ucuza satmıyor” diyerek uyarıyor.
Çünkü dünya bir varmış, bir yokmuş masalıdır: Mal-mülk, servet-şöhret, makam-mevki, hatta krallık filan, her biri dünya kadar büyük yalanlardır!
Demek oluyor ki, bizler bir yalan uğruna birbirimizi kırıyoruz, eziyoruz, sömürüyoruz, incitiyoruz, kandırıyoruz, kemiriyoruz!
Zenginleşmek, ya da meşhur olmak için kimi zaman dalkavuklaşıyor, kimi zaman ise bir birimizi kullanıyor, bazen neredeyse bir birimizin gırtlağına basıyoruz.
Oysa insanlar, ne kadar varlıklı, ne kadar kuvvetli-kudretli olurlarsa olsunlar, midelerinin alabildiği kadarını yiyebiliyorlar.
Başka bir deyişle, herkesin serveti yiyebildiği kadardır! Gırtlağı geçtikten sonra, zeytin ile havyarın da hiçbir farkı yoktur.
Ayrıca ben, görkemli sarayının yaldızlı salonuna gömülmüş yahut milyonluk otomobili veya yatıyla mezara konmuş hiç kimse görmedim.
Her şey kabir kapısında bitiyor...
Saraylar, köşkler, hanlar, yatlar, lüks otomobiller, uşaklar, hizmetçiler, rütbeler, makamlar, mevkiler, tac-ü tahtlar geride kalıyor...
Ramazan ve oruç, bunu idrak için de önemli bir fırsattır.
Yeni Akit