Kafam karışık yürüyordum caddede. Yakınlarda hayata dair okuduklarımla bugün dinlediğim insan hikâyeleri, bir önceki gün de, Julie'nin yaşadıkları ve söyledikleri kafamı karıştırmıştı.
Yürüyordum ve konuşuyordum. Kendimle. Kimsecikler duymuyordu sesimi diyemem. Ben dinliyordum kendimi. Yalnız sayılmazdım.
Hayatın, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğunu okumuştum. En büyük neticesiydi hayat. En parlak nuru. Hayat kâinatın süzülmüş bir hülâsası, sonucuydu. Yine öğrenmiştim ki; en yüksek kemâliydi kâinatın. Hayat olmasa kâinat bu kadar güzel olabilir miydi? Bu kadar süslü, ziynetli. "Hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikat"iydi kâinatın hayat.
Yürüyordum ve cümleler dönme dolap gibi dönüyordu zihnimde. Sıcak bir çorbadan süzülen buğunun çorbanın kokusunu da yanına katarak içimize gelip yerleşmesi gibi; başkalarının hikâyesinde dillenen dillenmeyen acıların buğusu da gizlice dokunur ruhumuza. Gizlice gelip dokunmuştu hayata olan küskünlüğü. Sert ve acımasız değildi belki anlattıkları. Ama rahatsız ediciydi. Hani bir tüyün burnumuzun ucuna değmesi gibi.
"Hayattan bıktım, soğudum, küstüm ona." Seansta böyle diyerek ağlamıştı. Binlerce kere duyduğum bu yakınma, o an nedense bana başka bir dokunmuştu. Belki de bunun sebebi Julie'nin etkisinde kalmamdı. Bir gün önce Krzysztof Kieslowski'nin Üç Renk Üçlemesi'nden Mavi'yi seyretmiştim. Filmde çocuğu ve kocası trafik kazasında ölen Julie, hıçkırarak annesine "Bu hayattan bıktım." demişti. "Hayat kâinatın en önemli hakikatiyse, hayatın her iki yüzü-mülk ve melekût yüzü parlak, kirsiz ve ulviyse neden böyle hissederiz?" diye sordum. Kendime. "Hayattan bıktım" cümlesi ne doğru ne yanlış geldi o an. Hem doğru hem de yanlıştı ya da.
"Hayattan seni bıktıran şey nedir?" diye sorunca, "Çalış çabala, bir sonu ve sonucu yok." demişti. "Boşa kürek çektiğimi hissediyorum. İşte tam o an hayattan iniyorum. Bırakıyorum her şeyi. Ama bu da acı veriyor. Bir durakta yaşar gibiyim. Yeniden hayata binmek istiyorum. İndiğim hayata yeniden binmek de korkutucu geliyor." Bıkıp indiği yolculuk neydi, yeniden binmek istediği ne?
Julie de benzer şeyler söylemişti. Kocası ve çocuğu olmadan bu hayatı yaşaması anlamsızdı. "Bu" kelimesi önüme düşüverdi o an. O an anladım ki bıktığımız, küstüğümüz "hayat" değildi. "Dünya hayatı"ydı, "bu hayat"tı. Dünya hayatı başkaydı, hayat başka. Peki diye sordum. Kendime. "Dünya hayatından bıkmak, usanmak, ondan soğumak onu lanet, çirkin, kötü, nefret edilesi bir duruma sokar mı?" Anlayacağınız yalnız değildim. Yürüyordum. Kendimle.
Hayat gibi dünya hayatının da iki yüzü vardı. Biri kendine bakan, diğeri ise Yaratıcı'ya bakan. Kendine bakan yüzü asıktı, elem ve keder verici. Çünkü gelip geçiciydi. Dokunduğumuz an solan bir çiçekti sanki. Yakalayıp sevmek için can attığımız bir kelebek gibi. Yakalayayazdığımız anda uçup gidiveren. Ne dokunmamak mümkündü ona, ne de solmasına razı olmak. İki arada bir deredeydik.
"İyi ki böyle" diye geçirdim içimden. "İyi ki soluyor, bıktırıyor ve usandırıyor. Yoksa sonsuzluğu istemek nereden aklımıza gelirdi? Bakışlarımızı dünyadan alıp ebediyete ve Ebedi Olan'a nasıl çevirebilirdik? Ondan kaçıp nasıl can atardık bir daha hiç bölünmeyecek ve ölünmeyecek bir hayata?"
"Sevgili dünya hayatı" dedim. Dediğimi duydum. Yalnız değildim. "Sen" dedim "gerçekten sevilesi bir hayatsın. Dur, hemen havalara girme. Sadece ve sadece şundan: O'nun dışındakilere kalbimizi bağlamamak seninle mümkün. Dokunduğumuz çiçeğin narin yaprakları solmazsa biz ne yaparız?" Dünya hayatı anlamlı ve sevilesi geldi bana o an. Ebedi hayatı kazandırdığı için.
Âşık olmuşçasına bağlandığımız dünya uğurlar olsun dediğinde yüreğimiz burkulur. Doğru. Ona küseriz, kırılırız, bıkkınlık duyarız. İyi ki de böyle olur. Aynı dünya ilave eder: "Bu misafirhaneden ebede gideceksin." Sözleri acı, suratı asık bir bilgedir dünya hayatı.
Artık ne zaman ki hayattan bıktım, usandım ya da hayata küstüm derse biri, bileceğim ki; bıktığı, usandığı, küstüğü hayat değil, dünya hayatıdır. Ve bileceğim ki; kalbimiz dünyaya küsüp darıldığında, ondan soğuduğunda, onun birinci yüzünden bir durakta inip aynı durakta ebedi hayata gitmek için bekleyen bir yolcu gibiyizdir. Bilgece yaşamak da zaten bu değil midir? Caddenin sonuna gelmemiştim henüz. Sonra onu gördüm.
Zaman