İnsana verilen nimetlerin en büyüklerinden birisi hiç şüphe yok ki hayattır. Ancak, günümüzde bu nimetin değeri pek bilinemiyor. Hayat; zevk, safa ve lezzetlere indirgenerek, sadece mideden ve cismani lezzetlerden ibaretmiş gibi algılanmaktadır. Bu anlayış, insanı tamamen dünya hayatına odaklamaya başladı. Asıl mutluluğu bu dünyada görmeye ve aramaya koyuldu. Hayatın asıl gayesini bir meslek sahibi olmak, evlenmek, ev sahibi olmak, çoluk çocuk ve araba sahibi olmak, emekli olmak ve ondan sonra da mutlu bir hayat yaşamak gibi şeyler olduğunu düşünmeye ve bütün gücüyle bunları elde etmeye çalıştı. Nasreddin Hoca misali, “Cenneti dünyada aramaya” başladı. Ama ecelin gizli olduğunu ve her an yakalayacağını, hedef ve gaye yaptığı bu şeylerin çoğunu elde edemeden ansızın bu dünyadan göçüp gideceğini hiç düşünemedi. Dini sorumluluklardan ve ölümden kaçmak için devekuşu gibi zaman zaman başını gaflet kumuna soktu, ancak bununla sadece kendini kandırmış oldu. Hâlbuki insana verilen sonsuzluk duygusu hayatın asıl gayelerinin bunlardan hiç biri olmadığını, sürekli hatırlatıyor.
“Kâinata baktığımızda atomdan galaksilere kadar, her şeyin bir gaye ve amaç için yaratıldığını görmekteyiz". O halde seçkin bir varlık olarak yaratılan insanın da bir gayesi olmalı. Çünkü insan; ölümsüz değil, önünde onu bekleyen çok önemli görevleri vardır. “İpi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin (yaptıklarının) sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.” [1] Yine “İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için de gelmemiştir. Belki azîm (çok büyük) bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedî, daimî (sonu olmayan) bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.”[2] Öyle ise, ona düşen görev; “Yaratanını düşünmeli, kabre gideceğini bilmeli ve ona göre hazırlığını yapmalıdır.”
Hayat nimeti, Cenab-ı Hakkın insana bağışladığı en büyük ihsanı ve lutfüdür. Hayatın devam etmesi için, insan hayatı boyunca çalışıp ta elde edemeyeceği sayısız nimetler verilmiştir. Bunlardan bazıları; başta bize verilen vücudumuz, duygular, hisler ve organlarımızdır. Bunları nasıl kullanacağımızı Kuran-ı Kerim’de bildirilmiş, Hz. Muhammed (a.s.m) ın rehberliğinde öğretilmiştir. O halde hayatla birlikte vücudumuzu ve organlarımızı O’nun istediği şekilde kullanmak sorumluluğu düşüyor.
İnsana verilen duyguların her biri birer terazi gibi İlahi Rahmet hazinelerinde bulunan nimetleri tartmak ve şükretmek için verilmiştir. Mesela göz, kâinatı bir kitap gibi okumak ve bu âlemde tecelli eden Allah’ın sanat mucizelerini incelemek ve şükretmek için verilmiştir.
İnsanın yaratılışına bırakılan cihazların her biri, bir anahtar gibi Cenab-ı Hakkın gizli defineleri hükmünde olan isim ve sıfatların mahiyetlerini öğrenmek ve tanımak için verilmiştir. Yine insanın yaratılışına takılan maddi ve manevi her bir cihaz, O’nun kudsi isim ve sıfatlarını görmeye ve tanımaya açılan birer penceredir. Mesela akıl, kâinat kitabında serpilmiş olan Allah’ın isimlerini ve manalarını anlamak için verilmiştir.
İçinde yaşadığımız ve her an değişmekte olan dünyamız, adeta Allah’ın isim ve sıfatlarından tecelli eden sanat eserlerinin teşhir edildiği bir salonudur. İnsan ise, bu salondaki sanat galerisinin donanımlı bir seyircisidir. Her sanatın üstünde dokunan bu ince nakışları görme, okuma, anlama ve takdir etme kabiliyeti ve özelliği sadece insana verilmiştir. İnsan da bunları tanımak ve tanıtmak, teşhir ve ilan etmekle görevli bir misafirdir.
Peki, nasıl teşhir edecek ve gösterecek? Önce Allah’a iman etmek ve imanın gereği olan kulluk şuuru ile yaşamak ve göstermekle…
İnsanın gerek diliyle ve gerek davranışlarıyla Allah’ın dergâhında el bağlayarak O’na kul olduğunu göstermekle ve ilan etmekle…
Bir askerin, komutanından aldığı ödül ve madalyaları onun takdir ve taltiflerinin birer eseri olduğunu bilerek, özel günlerde takıp ona görünmekle gösterdiği gibi, insan da kendisine verilen bunca nimet, lütuf ve ihsanların Cenab-ı Hak’ın birer eseri ve isimlerinin birer görüntüleri olduğunu bilip göstermekle…
Mesela, hayatında adaletli olması Adl ismini, yumuşak huylu olması Halîm ismini, cömert olması Allah’ın Cevad ve Kerim isimlerini üzerinde ilan ederek göstermesi…
Cenab-ı Hakkın verdiği hayat nimetine karşı tesbih ve tefekkür ederek, hayatın gayesi ve neticesi olan kulluk görevlerini Yüce Allah’a takdim etmekle saygı ve tazimde bulunmak…
İnsan, kâinatın halifesi ve kumandanı hükmünde olduğu için, tüm varlıkların Allah’a yaptıkları tesbih ve tahiyyeleri iman ve tefekkür gözlüğüyle bakıp, Allah’a şahitlik makamında takdim etmekle…
Ayrıca insana verilen duyguların başka bir görevi de; Allah’ın isim ve sıfatlarının mutlak ve sınırsız olduğunu mukayese etmek ve anlamak içindir.
İnsana verilen bu azıcık kuvveti, Allah’ın sonsuz kudretine bir mikyas yaparak, anlamaya çalışmak içindir. Mesela “Ben cüzi kudretim ile nasıl şu evi yaptım. Allah da sonsuz kudretiyle bu kâinatı yaptı." Şeklindeki bir kıyasla anlamaya çalışmak…
Eğer bize verilen bu azıcık kuvvet olmasaydı, belki Allah’ın sonsuz kudretini anlamakta güçlük çekebilirdik.
Yine kâinatta yüz binlerce tür ve nev’ bulunmaktadır. Her bir türün de kendine mahsus bir ibadet dili vardır. Ancak insan, diğer varlıklardan farklı olarak, kâinatın halifesi olduğu için tüm bu türlerin kendilerine mahsus ibadet dilinin olduğunu anlamaya çalışmak gibi bir görevi vardır.
Sonuç olarak; insan, nihayetsiz aciz ve zayıf olarak yaratılmış bir varlıktır. Bu nihayetsiz aciz, zayıf ve eksik sıfatlar ve özellikler; Allah’ın sonsuz kudretini, nihayetsiz ilmini, isim ve sıfatlarını tanımak ve anlamak için verilmiştir. İnsana verilen diğer duygu ve hisler de bu ölçülerle değerlendirilebilir.
Hayatın gayelerini yazmakla bitmez, daha nice gayeleri vardır. [3]