Babil hükümdarı Nemrut, bazen yıldızlara bakıp onlardan bilgi aldığını iddia eden müneccimlerle görüşürdü. Bir defasında kendini sarsacak ve derin düşünceye götürecek sözler sarfetmişlerdi:
Bu yıl doğacak çocuklar arasında biri var. Bu çocuk senin dinini terkedecek ve putlarını kıracaktır.
Merakı korkuya dönüşen Nemrut, müneccimlerden duyduklarıyla sarsılmıştı, İyice araştırdınız mı? diyerek, üstü kapalı tehdit etmekten de geri durmuyordu. Ancak daha fazlasını pekiştirerek söylemeye devam eden müneccimler:
İş, sizin ölümünüze kadar uzanıyor.
Nemrut, sessizliğin korkusuna gizlenmiş ve adeta donmuş bir cisim kesilmişti. Bu arada şeytani tedbirin zulme eşlik eden kasaveti ile ne yapması gerektiğini hesaplıyordu. Kararını verince, yeni emir herkese duyuruluyordu:
Bu günden sonra doğacak erkek çocuklar, sultanımızın emriyle öldürülecektir. Karşı gelenler veya çocuklarını saklayanlar, acımadan idam edileceklerdir.
Her taraf, devriye gezen zalim hükümdarın adamları ile doluydu. Yeni doğan erkek çocukları öldüren caniler toplumu sarmıştı. Çocuk cellatları, geleceğin masumiyetini katlediyorlardı.
Bütün mesele, Nemrutu yaşatmak, onun putlarına karşı çıkacak olan ve beklenen şahsiyeti engellemekti. Korkuyla beslenen, şiddetle büyüyen ve zalimce tedbirlerle kendini daimileştirmeye çalışan Nemrutun bu planları, mukadder sonu önlemede etkili olamadı.
Kader hükmünü icra edecekti. Korku ve tedbir nafileydi. Hayat, küfür karşısında iman iksiriyle müjjdelenecekti. Kainatın Sahibi, kendisine inanacak ve ona bağlanacak dostunu gönderecekti.
Bu, kainatın yaratılış gerçeğiydi. Hilkat mucizesiyle, doğacak namzet çocuk inayetle gelecekti. Şartlar ona göre düzenlenecek, Nemrut ve ahalisi bunu görmeyecek kadar mağrur, mütekebbir ve zalimce kusacaklardı.
Menfiliğin, haksızlığın ve baskının bu denli zifiri karanlığında, bir nur, bir teselli, bir muhabbet, bir şefkat, bir dost, bir ikram, bir huzur armağanı beşeriyete lazımdı. Beşeriyetin bu yeni dönemi, yeni çocukla kendini bulacaktı. Bu çocuğa baba olmaya aday Azer de bir putçuydu. Hanımı hamile olmasına rağmen, ne eşi ne de kendisi farkedemiyordu. Bir anlamda fark ettirilmiyordu. Dikkat çekmiyordu.
Doğum yaklaştığında, mahzun anne çocuğunun güvenliği için evinin dışında şehre yakın bir mağaraya gitmişti. Orada çocuğunu doğurmuştu. Mağarada, onu koruma endişesi taşıyordu. Yabani hayvanlar ve kimsesiz ortam, çocuğa zarar verebilirdi. Bunun dışında, duyulmaması gerekiyordu.
Anne, bütün bunlara riayet ediyordu. Mağarada bıraktığı çocuğunu düzenli ziyaret ediyor, emziriyor, bakımını yapıyor ve dikkat çekmeden evine geri dönüyordu. Aylarca çocuğunu mağarada tuttu. Bir müddet eşinden bile gizlemişti. Ölü doğduğunu söylemişti.
Çocuğun bir günü bir aylık gibiydi. Korunduğu her halinden belliydi. Erken gelişmiş ve büyümüştü. Yine de onu mağarada bırakmak, tehlikeli yalnızlığa emanet etmek, anne yüreği için ağırdı. Çocukluğu erken tamamlayan bir hal vardı. Annesi. çocuğuna ismini vermişti: İbrahim
İbrahim, yeni doğmuş çocuklar gibi görünmüyordu. Bir haftada yedi aylık gibiydi. Bu haliyle şehre, evine alabileceğini düşünmüştü. Bu safhayı eşi Azerle paylaştı. O da arkadaşlarına danıştı. Zarar görmeyeceğinden emin olunca eve almışlardı. İbrahim, ilk defa mağaradan çıkarılmıştı. Mevcudatla tanışmasına fırsat doğmuştu. Eşyanın, varlıkların ve canlıların ismini öğreniyordu. Eve doğru gelince, babası Azer, İbrahimden beklemediği sözler duydu:
Mutlaka bunların bir yaratanı olmalı....
İbrahimin kalbi, aklına tevhid nişanesi bu gerçeği söyletmişti. Çaresiz çocuk, zalim Nemrut, Cellatlar, Putlar, tevhid, mağarada muhafaza hepsi bir arada Ve içiçe... Ve nihayet, korku tedbire çare olmamıştı. Mesele İbrahimden olmaktı.