İskender Pala, 600 sahifeye yakın romanını Peygamberimiz (asm) etrafında dokur, eser onun biyografisi ve belgesel romanıdır. Hz. İsa ile ilgili iki yüze yakın roman ve benzeri şeyler yazılmış ama bizim peygamberimizi olayların içinde misyonu ile anlatan büyük eserler yok. Klasik doğum, savaşlar, İslamın zaferi gibi ruha pek de çok şey vermeyen eserler meydanda. Roman olay demektir, romancı Efendimiz’i anlatırken olayların sıcaklığı ile Efendimizin empatisini, tavırlarını da verir. Roman bir yerde de psikolojik romandır. Çünkü bütün kişiler psikolojik derinlikleriyle verilmişlerdir.
Efendiler Efendisi Efendimiz ve onunla dünyaya birlikte inen dini mübin yapısal özelliği ile bir karakter mektebidir. Ona gönlünü, aklını, kalbini, melekelerini, kabiliyetlerini perdesiz veren herkes karakterdir, karakter olur, ona layıkı ile teveccüh edemeyenler tip bile olamazlar. Bugün İslam dünyasının kalkınmayı çok yönle yapacak insanlarının olmayışı İslamı kayıtsız şartsız yaşamak, öğrenmek ve yaşatmak felsefesi olmayışındandır. Aydınlarımızın İslamla alakası yok, dinlerini asgari düzeyde yaşayabilirler ama eğitim tarzı peygamberin ve Kur’an’ın şumüllü öğretisinden uzaktır.
Peygamberimizin dünyaya teşrif anının tatlı bir panikle ile anlatır.
"Bebeği doğdu doğacaktı ve babasının bir kez olsun onu göremeyecek, koklayamayacak olması Amine'nin yüreğine bir hançer gibi saplanıyordu. Üstelik kabri ta Yesrib'de idi. Doğumdan sonra bebeği kucağına veremeyecekti ama kabrine olsun götürüp doğumunu bildirmek isterdi. Ona benzeyeceğinden adı gibi emindi. Zaten tekmelemelerine bakılırsa erkekti. Garip olan ise, hamile kadınlara mahsus ne bir sancı, ne bir ağrı veya zahmet hissediyor olmasıydı. Dün ve evvelki gün aynı rüyayı görmüştü. İçinden bir ışık çıkıyor, yayılıyor, yayılıyor, Roma'nın Kudüs ve Dımaşk, Sasanilerin de Medayin sarayları dahil her yanı aydınlatıyordu. Bunu doğacak çocuğun hayırlı bir evlat olmasına yormuş, hatta bu rüyayı bir kez daha göstermesi için Allah'a yalvarmıştı. Bu gece daha fazlasını, ışığın bütün dünyayı aydınlattığını gördü. Üstelik uyanmadan evvel birisinin kulağına fısıldadığını hissetti: "Karnında halkının önderi olacak bir çocuk taşıyorsun, adını Muhammed koy, halini kimseye anlatma." İrkilerek uyanmıştı. İçinde bir can taşımanın tatlı telaşıyla ve ona bir zarar gelir korkusuyla. Ve bir gerçeğin farkına vardı; her kadının taşıdığından farklı bir can taşıyordu."
Bülbül ve tarih birbirleriyle yardımlaşarak Cenab-ı Nebi’nin dünyaya gelişini anlatırlar, romancı çok büyük bir özetleme ve dramatik metin inşa etmede bitmeyen bir alkışla konuyu anlatmışlar çizmişlerdir. Yüz elli yılda nice romancılar geldi geçti ayağı kalkın alkışlayın ta haşre kadar. Kalem sahiplerinin yüz akı büyük yazar. Türk romanının mehdisi. Ona Hazret-i Resulullah cennette hazırladığı köşkleri gösterecektir, bunlar senin ey büyük yazar diyecektir.
Fil Vakası'ndan itibaren geçen elli üçüncü gece... Rabiulevvel'in on ikincisindeyiz. Mekke'de baharın Yesrib yönünden ıtır ıtır esmeye başladığı saatlerden birinde. Hiç adeti olmamasına rağmen Abdülmuttalib az evvel oğullarını uyandırıp Kabe'ye götürdü. Evin kadınları ise derin uykularda. Haşimoğulları mahallesini bir sükunet kaplamış. Huzurlu bir sükunet... Amine, akşam yüzünde tatlı bir tebessümle başını yastığa koyarken o gece doğum olabileceğini aklına bile getirmemişti. Sancısı da yoktu. Ama işte şimdi uykuyla uyanıklık, hayal ile rüya arasında gidip gelmedeydi. Evin damında her şeyi hissediyordum. Güzel bir zamandı ve içim içime sığmıyordu. Gülün şerefini tebcil için bütün gece terennüm etmiş ama hiç yorulmamıştım. Bu çok garipti. Kendimi o kadar zinde hissediyordum ki şarkılarım birbirini kovalıyordu. Hasretliğim, ayrılık derdim bu gece bitecek gibiydi. Yalnızca onu terennüm etmem ve onun adına coşmam bundandı:
"Gel ey gül, gel, derdime derman ol bu gece, Gel ey gül, gel, aşkıma ferman ol bu gece!"
Amine başını yastıktan kaldırdı. Onu uyandırdığımı düşünüp hayıflanmıştım; ama hayır, onu ben uyandırmamıştım. Gözleri göklere bakıyor gibiydi. Ben de baktım. Hayret, gökler sanki aydınlanıyor, aydınlık bize doğru yaklaşıyordu. Amine elini karnına koymuş, bebeği teskine çalışıyordu ama korktuğu belliydi. Belki benim gördüğümden farklı şeyler görüyordu. Belki de benim gördüğümü; şu beyazlardan beyaz kuşu... Hani kuş suretinde melek diyesim geliyor. İşte, yavaşça Amine'ye yaklaşıp kanadının bir teleğiyle sırtını sıvazladı. O da ne?! Amine'nin yüzü aydınlanıverdi. Korkusu geçmiş gibiydi. Beyaz kanatlıya baktı. Teşekkür eder gibi tebessümdeydi. Olup biteni anlamaya çalıştım. Tıpkı Amine gibi benim de gözümden perdeler kalkmış, mana alemindeki her şeyleri görüyordum. O sırada nereden çıktı bilmiyorum, Abdülamr'ın annesi Şifa Hatun (Resululah bu ismi sonra değiştirmiş Abdurrahman bin avf yapmıştır) yanına çıka geldi. Amine'yle benim gördüklerimi o görmüyordu. Bebeğin doğacağını o vakit anladım. Gönderen, Şifa Hatun'u ebe olarak göndermişti. Gelen akkuş kanatlarını kaldırınca odanın içinde Abdümenaf kızlarına benzeyen, hurma fidanları gibi iki nazeninin daha dolaştığını gördüm. Çok eskiden tanıdığım iki mübarek kadındı bunlar. Biri İsa nebinin annesi masume Meryem Hatun, diğeri Musa'yı dünyaya getiren asiller asili Asiye... Artık inandım, gonca görünecek, inci sadefinden yüz gösterecek. Amine tebessümle çevresine bakıyor, ben şarkıma devam ediyordum:
"Bu gelen aşkına devr eyler felek, Yüzüne müştakdurur ins ü melek"
Amine'nin gözlerini takip ettim; baktığı yere bakarak ve düşündüğünü düşünerek... Başı yeniden Arş'a çevrildiğinde alemler nura gark olmuştu ve olup bitenler benim dilimde bir terennümden ibaretti:
'Arşın nuru yere indi, Suyun rengi nura döndü, Hep susuzlar suya kandı, Muhammed doğduğu gece"
TEŞRİF ANI
Ömürlerdir nesilden nesle gül hasreti çekmenin özlemiyle şakıyordum. Kendimde değildim sanki. Vuslatla mest, alemler ötesinde bir alem gibi... Şifa Hatun'u görmesem burası dünyadır diyemezdim. Amine'yle aynileşmiş gibiydik. Baktım ki, doğu yönünde bir sancak, batı yönünde bir sancak... Bir de Kabe'nin damında. Doğunun doğusu muydu, batının batısı mı, kestiremedim. Mekanlar ve mesafeler ortadan kalkmış, kainatın özünde, sanki Kalu Bela'da, can meclisinde, Elest Bezmi'nde, Arş'ın muhteşem nuru içindeydik. Üstelik Amine de benim gibi hissediyordu. Çok mesut ve anlatılmaz bir hal. Asiye'yi, elindeki tasla Amine’ye şerbet sunarken, Amine'yi de şerbetin etkisiyle baştan ayağa nur kesilirken görüyordum. Oda birden aydınlanıverdi. Işık gözlerimi kamaştırıyordu. Şarkıma gözlerimi yumarak devam etmeyi denedim. Gördüklerim de gözümün önünden kaybolmasın istiyordum. Şarkımı Amine'ye duyurmak, gülü müjdelemek ve yanında olduğumu bildirmekti niyetim:
"Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır, Bu gelen tevhid ü irfan kanıdır"
Zamanı kaybettim. Çok kısa bir an mıydı, yoksa yıllar mı akıp geçmişti, kestiremiyordum. Nesiller ve nesillerce evvele gitmiş, kendimi İbrahim'le (bülbül Cebrail ve bir anlatıcı) dost olduğumuz o bahçede görmüştüm, kendi bahçemde. Ve güllerimin açıldığı anı merak ettiğim zamanlar geldi gözümün önüne. Her gece bir gül goncasının dalına konarak bu açılışın nasıl olduğunu izlemeye çalışıyordum. Şarkılarını duyunca güllerin daha kolay ve çabuk açılacaklarının da, duydukları şarkılar kadar güzel olacaklarının da farkındaydım. Şarkılarımla açılan bir gülün elbette güzel olmasını isterdim. Bu yüzden daha ilk akşamdan teren nüme başlayıp gonca açılasıya kadar asla susmamayı adet edinmiştim. Ne var ki goncalar nazlanıp da gece ilerledikçe benim gücüm tükeniyor, şarkıların yavaşlıyordu. Gece sehere uzadığında artık yorgunluktan belirlediğim, göz kapaklarını açık tutamadığım zamanlar geliyordu. İşte öyle zamanlarda bir de bakıyordum ki karşısında bütün gece şakıdığım gül, bir lahza içinde, benim gözümün kapanıverdiği o aralıkta birden açılmış. Ertesi gece ve daha ertesi gece hep aynı şey oluyordu. Şimdi geriye doğru baktığımda yılların ve çağların da hep böyle geçtiğini fark ettim. Meğer ben her gece yeni bir şarkıya başlamış, her seher gülün açılışını göremeden sabahlamıştım. Ne kadar uyanık kalmaya çalışsam da goncanın açılışını görmeyi bir türlü başaramamıştım. Ama şimdi bunu başaracaktım. Bunun için dostum İbrahim'in himmetini istemiş, yıllar yılı Allah'a dualar etmiş ve bana kainatın en güzel gülünün açılışını göstermesini, o açarken bedenime ve nefesime güç vermesini dilemiş, üstelik de buna inanmıştım. Evet, en güzel gülü ilk ben görmek istiyordum. Ona bildiğim en güzel şar kılan okumak, açılışını aleme ben duyurmak istiyordum. Bir gülün açıldığını dillendirmek, bir bülbül için az şey midir?
Odayı doldurup gözlerimi kamaştıran nurun geçici körlüğünde aklımdan bunları geçirirken birdenbire irkildim. Ben, bülbül, gülün açılışını bunca zaman beklemişken neden şimdi gözlerim kamaşıyordu ki? Kendime şaşırmakla acele arasında derhal çevreme bakındım. Ve anladım ki bülbüllere, gülün açıldığını görmek hiç nasip olmayacaktır. Bundan böyle bütün bülbüller, şarkılarını söylemekten hitap ve yorgun düştükleri bir sırada, göz kapaklarına çöken ağırlığın etkisiyle gözlerini yumdukları anda gül açılmış olacak ve ertesi gece yine bir gül goncasının dalına konup yeni bir gülün açılışını görebilmek için aynı macerayı yeni baştan yaşayacaklardır. Çünkü gözümü açınca gördüğüm ilk şey, Şifa Hatun'un kucağında bir nur bebek oldu; kainatın beklediği kurtarıcı. İnsanlığın övüncü ve güzelliğin menbaı. Ebedi cömertliğin o deryası, diğer nebiler o deryada birer dalga. Dünya bir sadef, o incisi. İlahi nurun hem meyvesi, hem çekirdeği. Gönül hastalarına tabib, hasret gönüllere habib. Karanlık ruhlara çerağ, nebiler tespihine imame.
Gül açmıştı ya, evin içinden bir nur yükselmeye başladı.
Nurun içinde de bir kundak... Rengarenk ipeklerden, iplik iplik atlaslardan, bulut gibi pamuklardan, yumuşacık, göz kamaştıran bir kundak. Çölde hiç bulunmayan çeşit çeşit çiçeklerle bezenmiş, üzerlerine inciler işlenmiş. Kainatın yegane incisi için bir sadef gibi. Yetim için şefkat şefkat kucak; cevher için maden maden ocak gibi. Şifa Hatun gül goncasını avuçlarının arasında nazikçe tuttuğunu sanıyordu, oysa huriler onu kundağa yatırmışlardı bile. Üstelik sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak. Asiye ve Meryem'le birlikte ben de Amine'ye tahsin okuyordum:
'Amine, oğlun gibi hiçbir oğul Yaradılalı cihan, gelmiş değil"
Gülüme heyecanla baktım ve dilim tutulayazdı. Kundağın içinde secde eder vaziyette ve bir parmağı yakarır gibi gökleri işaretteydi. Derhal melekler gelip onu alarak yıkadılar. Gözümün önünde olupbitti bütün bunlar. Sonra iki melek onu şefkatle kucaklayıp bembeyaz bir bulutun içine yükseldiler. O sırada Amine'yle ikimiz bir ses duyduk:
"Doğuyu ve batıyı dolaştırın. Denizleri ve karalan gezdirin. Mahlukat Muhammed Mustafa'yı ismiyle ve cismiyle ve sıfatıyla bilsinler ve tanısınlar ve dahi şükretsinler."
Başlangıçta ben de Amine gibi çok tedirgin oldum. Gülümü bulutun içinde kaybetmekten korkmuştum. Çok şükür ki bulut kısa sürede yeniden açıldı ve melekler getirip onu yine kundağına yatırdılar. Sonra da sırtını çevirip iki omuzu arasında sağ kürek kemiğine yakın gelecek şekilde nübüvvet mührünü bastılar. Vuslat sarhoşluğuyla dilim dolanmış, şarkıların birbirine girmişti. O esnada cennetin bekçisi Rıdvan'ı gördüm. Kulağına fısıldıyordu:
"Muhammed! Bahtiyar ol! Hiçbir peygamberin bayrağı kalmadı ki sana verilmiş olmasın. Hatta bütün peygamberlerin ilmi de sana verildi. Sen peygamberlerin bayrak cihetinden en çoğu, kalp cihetinden en şecaatlisi, fazilet ve ilim cihetinden de en üstünüsün."
Sonra Kabe cihetinde melekler inmeye başladılar. Kabe'yi tavaftan sonra gülü ziyaret ediyor, hakkında salat okuyor, naatlar söylüyor, onu selamlıyorlardı:
"Merhaba ey alı sultan merhaba, Merhaba ey kan-ı irfan merhaba, Merhaba ey sırr-ı fürkan merhaba, Merhaba ey derde derman merhaba"
Meleklerin arasında kardelenler misali huriler gördüm. Kendilerine öğretilmiş cümleleri tekrar etmeye başladılar. Melekler de onlara katılmıştı:
"Sallallahu ala Muhammed, Sallallahu aleyke Ahmed"
Nesiller boyunca gül şarkıları okumuş ama hurilerden rakiplerim olacağını hiç akıl etmemiştim. Bu huriler benim yaptığımı yapıyor, gülü övüyorlardı. Onları kıskandım. Üstelik onlar gül goncasının adını Allah adıyla birlikte anıyorlardı:
"Essalatu vesselam aleyke ya Rasulallah, Essalatu vesselam aleyke ya Habfballah"
Ne ara oldu bilmiyorum, Şifa Hatun bu kutlu doğumu diğer odada Abdülmuttalib'e müjdelemiş. Sevinçle geldi ve gülümü iki eliyle havaya kaldırdı. Babası olmayana baba olmak üzere. Sonra onu örtülere sarıp Kabe'ye götürdü. Ben de koştum. Kalbimde hala mana aleminde gördüklerimin lezzeti vardı. Abdülmuttalib Kabe'nin halkasına yapıştı ve verdiği hediye için Arş'ın Rabbine teşekkürler etti, fakir hacılara yemekler ikram edilmesi için gerekli kişilere talimatlar yağdırdı. Eve geri geldiğinde, "Ona Muhammed adını verdim. Çünkü Arş'taki Allah'ın ve yerdeki insanların övgülerine layık bir insan olmasını istiyorum!" buyurdu. Az evvel huriler onu Ahmed ve Muhammed diyerek övdüklerinde adının bu olacağını kestirememiştim. Evet, beklenen doğmuştu ve insanlar onu Habibullah Muhammed diye çağıracaklardı. Ne güzel bir unvan, ne güzel bir isim! Ben elbette ona yine "gül" diyeceğim, Kainatın en güzel gülü; İbrahim'in müjdesi.
Doğduğu gecede sabaha kadar gökten yeryüzüne rahmetler yağdığına şahit oldum. Mekke'de bütün kuşlar, hayvanlar ve sürüngenler o gece uyanıktı. Dağlar ve taşlar tan yeri ağarasıya kadar şükür secdeleriyle Allah'ı zikrettiler.
Amine çok yorulmuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla Abdullah'ın yetimini bağrına bastığında yanağından bir gül kokusunun yayıldığını hissetti. Bunu pencere pervazının üstünde ben de hissettim. O sırada Mekke'nin uzak mahallelerinden birinde bir Yahudi bağırıyordu. Feryat gibi, figan gibi:
"Ey Yahudiler! Bu gece Ahmed'in yıldızı gökte parlamıştır. Biliniz ki Ahmed bu gece, bu şehirde doğdu."
Yahudi'nin bir peygamberden bahsettiğini Kureyş henüz bilmiyordu, Abdülmuttalib bilmiyordu, sonra sonra öğreneceklerdi ama ben biliyordum, o gece olup biten her şeyi biliyordum. Haberi rüzgardan aldım, yağmurdan öğrendim. İbrahim ile ikimize gülün şerefine bir gül bahçesi bahşeden Rab Taala, nurunu, Amine'nin evinde varlık aleminden pak bir beden ile buluşturduğunda, dünyanın pek çok yerinde pek çok şey olmuştu. O gece Allah'ın dinini değiştirenlerin veya O'na şirk koşanların ve başka ilah edinenlerin yurtlarında hayatın değiştiği geceydi. O gece, İran Kisrası'nın korkunç bir rüya görüp devletinin sona ereceğini anladığı ve yalnızca sarayını vuran şiddetli bir deprem sonrasında yirmi iki kulesinin yıkıldığı geceydi. O gece ateşe tapanların yüzyıllardır yanan ateşlerinin birdenbire sönüverdiği geceydi. O gece Yahudilerin Lut Gölü civarındaki kutsal Sedum Nehri'nin hiç sebepsiz yatağını değiştirdiği geceydi. O gece Sava Nehri'nin beslediği gölün birdenbire kuruyuverdi ği geceydi. O gece kahinlerin, yaptıkları batıl işlerine kesat geldiğini anladıkları geceydi. O gece meleklerin ve cinlerin, bitkilerin ve hayvanların, taşların ve toprakların, suların ve yellerin "Müjdeler olsun, müjdeler olsun, Hakk'ın nuru, bütün maddesiyle ve manasıyla ortaya çıktı, müjdeler olsun!" diye nidalar ettikleri geceydi.
O gece ben gül şarkılan söylerken "Müjdeler olsun, müjdeler olsun!" diye birbirini muştulayan canlı ve cansızlardan pek çok varlık tanıdım. Ben hepsine şahidim. Tıpkı gülün doğuşuna şahit olduğum gibi. O gece, ta kıyamete kadar gül şar kılan söylemeye, duyurabildiğim herkese gülü anlatmaya and içtim. Yeter ki kulakları sağır ve kalpleri mühürlü olmasın...
İskender Pala bir sinema rejisörü gibi sahneler kurarak anlatmış, büyük maharet göstermiş.