Maddi imkân, konfor ve zamanın teknolojisini elinde bulunduranların çoklarınca çok şanslı oldukları sanılır. Öyle ya zenginlerin ihtiyaç duyup da alamadıkları, emredip de hazır edemedikleri çok az şey vardır dünyada. Bu gibileri maddi açıdan bir eli yağda bir eli balda kabilinden çok bol ve rahat bir hayat beklediği açık… Birçokları da madalyonun öteki tarafını hesaba katmadan böylesi bir imkâna gıpta ile bakar.
Ama psikolog Daniel Kahneman’a göre hiç de böyle değildir. En zenginlerin neden en mutlu insanlar olmadığının açıklamasında, daha fazla para kazandıkça beklenti çıtalarının yükseleceğini, arkasından ister istemez göreneklerin tetiklemesi ile daha gösterişli ve pahalı bir hayatı yaşamak isteyeceklerini, bunun sonucunda çok biriktirmek için kazanmaya daha bir tutkuyla bağlanacaklarını ve bu gibiler için bunun bitmeyen bir koşu olduğunu söylerken, şunun da altını çizer: “Zenginler yoksullardan daha zevkli bir yaşam sürerler, ama eşit derecede tatmin olmak için daha fazla zevke ihtiyaçları vardır.” Böylelikle doyumsuz olan zenginler zevklerin arkasını getiremezler. Sonunda zevk ve sefanın peşinden koşarak yorgun düşen birer insan olup çıkarlar.
Maddi imkân olan zenginlik, elbette bolluktur, berekettir. Bunların olmamasına çalışmak bir eksiklik ve bir dar düşüncelilik ise, aşırı bir tutku ile hayatı bunun peşine takmak da en azından bir önceki tutum kadar insanın hem psikolojisi ve hem de fizyolojisi açısından tehlikelidir, ifrattır, hayatı daha yüce amaçlardan alıkoymaktır.
Zenginlik bakış açısına bağlı olarak değerlenir. Hırsla, yani aşırı bir tutkuyla peşinden koşulan zenginlikler, para ve mal yığmalar hayatı zehir eder. Böylesi zenginlikler, çekememezlikler ve kıskaçlıklardan kendini kurtaramaz. Hiçbir dünya malı ebediyete aday olan insanın kalbini, aklını ve duygularını doyuramaz. Sonlu bir tutku, sonsuza uzanan bir emeli nasıl doyuma ulaştırabilir? Yahudi milletinin dünya zenginliklerine aşırı hırsla, bir tutkuyla sarıldığı tarihçe de sabit. Beklenilenin tam tersi, bu yüzden bu ırkın başına gelmedik şey kalmamıştır; dostluk yerine diğer milletlerin düşmanlığını kazanmıştır.
İnsan hayatı, ancak kendini ve çevresini aşan yüce amaçlar uğruna harcanmaya değerdir. Yoksa kendi hayatının daha düşüğü için tüm hayatı harcamak, en azından dallanıp meyve vermeye son derece uygun olan insan donanımı için verilen yeteneklerin israfıdır, eriyişidir, yok oluşudur. Yalnız haz almak ve doyuma ulaşmak için arkasından koşulan zenginliği, “hedonik koşu bandı” na benzetir Kahneman. Bu yürüyüş bitmez, bunu gerçekleştirene de yalnız yorgunluk ve bitkinlik kazandırır.
O halde zenginliğin, uğruna harcanacağı yüce değerler vardır. Bu noktada Kur’an, zenginliğin düşmanlığını telkin etmez; aksine dünyanın imarını isteyerek imkânların yine insanın ebedi duygularına cevap verecek nitelikte harcanmasına özen gösterilmesini ister. Mesela, malın kırkta birini zekât olarak yoksullara vermek, bir Müslümanın hasbelkader eline geçen mala kendi malıymış gibi hırsla değil, sahiplenmeden elindekine Yaratıcının bir emaneti olarak bakmak demektir. Mal kulun değildir; o halde kul elindeki varlığı, asıl sahibi Yaratıcının isteğine göre harcamaya çalışmalıdır. Ondan verdiği sadakalarla sosyal dayanışmanın manevi hazzını da tadar üstelik. Yaşadığı toplumda, yaptığı iyiliklerle, maddi zenginliği sosyalleşmenin zenginliğine dönüştürerek, topyekûn mutluluğun yaşanmasına sebep olur. Zekât ve sadakanın anlamı ve sosyal boyutu budur. Yoksa, cimrilikle özdeşleşen zenginlikler, topluma bir hayrı dokunmadığı gibi sahiplerinin de baş belasıdır.
Mal hırsı, mal tutkunluğu, mananın madde, özün kışır ve ruhun beden için yok olması gibi bir şeydir. Zenginlik hırsı, “hedonik koşu bandı” üzerinde bitmeyen bir koşudur; serabı yakalamaya çalışmak gibidir.