1987'nin sonları idi. Askerlikten elimde Hüzün Çiçeği romanı müsvedde dosyası ile İstanbul'a dönmüştüm. İş bulmam ve kitabı bastırmam gerekiyordu. Aklımda tek iş vardı: Gazetecilik, daha doğrusu yazarlık...
Gençliğimizin efsane ismi Hekimoğlu İsmail, roman için ilk çaldığım kapı oldu. Neslim ve mahallemizin çokları gibi benim de zihin dünyamda Minyeli Abdullah ve Maznun'la eşsiz bir yere sahibdi. Büyük bir kahraman ve sarsılmaz bir dâvâ adamıydı...
Cağaloğlu'ndaki ilk karşılaşmamız benim için heyecan dolu, onun için sıradan bir hâdise idi. Zirâ Anadolu'nun hemen her tarafından, her gün onlarca misafiri geliyordu. Hepsi ile de tek tek ilgileniyor, bütün sıkıntı ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.
Zihin dünyamın bu büyük kahramanında farkettiğim ilk şey, tasavvuru zor tevazuu ve gülümseyen çehresi oldu. Masasında bıkkınlık içinde, alâkasızca oturan bir kendisini beğenmiş yerine karşımda ayakta karşılayan, kırk yıllık ahbabına emsaliymiş gibi candan sarılıp kucaklayan, kılık kıyafeti ile de sokaktaki bir vatandaş gibi duran tuhaf bir adam vardı. Bir ân bu şahsın Hekimoğlu İsmail'in ayak işlerini yapan yardımcısı olduğunu düşündüm ama değildi. Raflara sığmayıp üst üste ötede beride istif edilmiş kitabların arasındaki bu adam o idi: Minyeli Abdullah'ın yazarı Hekimoğlu İsmail.
Göz atması ve gerektiğinde bir raportöre de okutması için Hüzün Çiçeği dosyasını bırakıp sokağa çıktığımda içim içime sığmıyordu. Ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi, yürümüyor; tuhaf bir boşlukta, ayakta yüzüyor gibiydim. İstanbul bir anda bütün tedirgin ediciliğinden sıyrılmış, yalnızlığımdan eser kalmamıştı. Kırk yıllık kuvvetli ve candan bir dostun varlığı bu koca şehirdeki yalnızlığımı bir ânda bitirmiş, bedbinliğimi, yeis, endişe ve telaşlarımı kovmuştu.
Yaklaşık on gün kadar sonra tekrar ziyaret ettiğimde cidden tanıdıktık artık. İştiyakla elimi sıkmış, oturacağım yeri göstermişti.
"Hoca! Kitabın Şerif Beyden geçer not almış." dedi...
Şerif Bey kimdi, bilmiyordum, tanımıyordum. Allah selâmet versin, Şerif Aydemir olduğunu sonradan öğrendim. Bu irfân hazinesi güzel ağabeyimize bu vesile ile sıhhat ve âfiyet, bereketli bir ömür diliyorum.
Mevzua avdet edecek olursak, sevinçten boğulmuştum. Şerif Beyi düşünecek zaman da değildi. Zirâ daha lise yıllarından beri gördüğüm büyük rüya gerçekleşmek üzere idi, yazar oluyordum. Aramızda kalsın, bu topraklarda yazar olmanın çile ve fukaralığa talim etmek olduğunu çok sonraları öğrendim...
Yalnız Şerif Beyin bir nokta-i nazarı var!" diye devam etti. "Kitabın dili bir nebze ağırmış, gençlerin istifadesi zayıf olur diye düşünüyor..."
Oysa ben de henüz yirmi yedi yaşında bir gençtim, anlamamak değil, yazmıştım; gençler niçin anlamasın?
"Biraz sadeleştirsek, diyor!"
Çok olmaya başlayan bu Şerif Beyi de hiç sevmedim! Kim oluyorsa, kendisini ne sanıyorsa artık! İster istemez,
"Nasıl olacak?" dedim.
Bir ân düşündükten sonra,
"Üç-beş gün sonra tekrar gel." dedi.
O üç-beş gün bittiğinde sabırsızlıktan ben de bitmiştim. Çayımı söylerken önüme beş-on sayfalık bir dosya bıraktı. İşi gücü bir kenara bırakıp Hüzün Çiçeği'nin ilk sayfalarını kendisi sadeleştirmiş, sonrasını yapmam için örnek olsun diye önüme koymuştu.
Çayı beklerken hayâl kırıklığı içinde sayfaları okudum. Bu hâliyle kitab, makyajı silinen, bütün cazibesini kaybeden bir köylü kızına dönmüştü. Oysa benim için edebiyat, neyin ifâde ediliğinden önce, nasıl ifâde edildiğiydi. Yapamayacak ve kabul edemeyecektim, üzgündüm. Hemen anladı tabiî.
"Ne o Hoca, işine gelmedi galiba!" dedi.
İlk gördüğünden beri bana "Hoca" demeyi itiyad edinmişti. Zoraki gülümsedim ama ağlamaya daha müsaiddim. Henüz iş bulamamıştım ve kitabım da basılmayacaktı. Yeni evliydim, babasının evine bıraktığım hanım, her gün müjdeli bir haber bekliyordu.
"Abi, bu işi bana bıraksanız tek kelimeyi değiştirmeye nefsimi razı edemem, siz veya başkası yapsa, kitab benim olmaktan çıkıyor!" dedim.
Dosyamı alıp gideyim, deme cesareti gösterememiştim. Alıp da nereye, kime götürecektim?
"Dünyanın sonu değil ya, biz de olduğu gibi basarız!" demesin mi?
Dünyalar benim olmuştu ama onu üzmüş olmaktan da huzursuzdum.
Bir işi bitirdiğinde daha fazla oyalanmaz başka bir işe el atardı. Yine öyle yaptı:
"İş bulabildin mi?"
Hayır, bulamamıştım. Kolay bulacakmışım gibi de görünmüyordu.
"Seni Şevket Bey'e gönderelim. Bakarsın bir kapı açılır..." dedi.
Şevket Eygi'yi kasdediyordu. Şevket Bey, Gülen'e henüz geçmiş olan Zaman Gazetesi'nin başında idi. Ne diyeceğimi bilemedim, ne kadar dua ettiğimi de anlatamam. Yayınevinden nasıl çıktığımı bugün de hatırlamıyorum.
(Devam edecek)