Fatih Kaya-Zafer Dergisi
Bir ibadetin toplum içinde tezahürü olmaya görsün, hemen savaş konusu haline geliyor. Kurbanın bu noktada diğer bütün ibadetlerden çok daha medyatik görüntülere sahip olması, elbette tartışmaları da daha çok keskinleştiriyor. Ama öte yandan, kurbanın ruhlarda yaptığı etki o kadar büyük ki, inansın ya da inanmasın herkesin bu ibadetle yüzleşmesi kaçınılmaz gerçekten. Yani, olay bir yönüyle tamamen psikolojik düzlemde işliyor. Kurbanın ruhlarda bıraktığı izler, duygular o kadar şiddetli ki, kimi değil bir hayvanın kurban edildiğini görmek, yanında sözünün edilmesine bile dayanamıyor. Böyle olunca, ister istemez, kurban tartışmaları bitmek bilmiyor.
Şimdi okuyacağınız münazaranın farklılığı ise, kurbanın muhtemelen en muhalif kesiminden birisiyle yapılmış olması. Düşünün ki, bir insan hem ateist, hem vejeteryan, hem hayvan hakları savunucusu. Elbette böyle birisiyle kurban üzerine konuşmak ve onun kurban aleyhtarlarının psikolojik ruh hallerine tercüman olan iddialarına cevap vermek oldukça zor ama bir o kadar da öğreticiydi. Münazara, daha ziyade karşı tarafın sorularına benim cevaplar yazmam şeklinde geliştiği için burada da aslına sadık kalarak önemli bölümleri aktarıyorum.
***
Fatih Bey sizi anlamakta hakikaten zorlanıyorum. Kurban Bayramı’nı manevî bir ortam olarak telakki ediyorsunuz. Ama bence bu tamamen bir yanılsama. Dinî duygunuzdan sıyrıldığınızda, içinizde merhamete dair hiç duygu olmasa bile, salt aklî melekelerinizde bir arıza yoksa canların yanıp, kanların akıtıldığı bir ortamın manevî ve ulvî bir ortam olamayacağını fark edersiniz.
Doğrusu, söyledikleriniz, bende öncelikle sizin kişilik ve karakterinize dair bir izlenim uyandırıyor. Bu ifadeleri kullanan birisi, herhalde gaddar, anlayışsız, başkalarının ne hissettiğine, ne düşündüğüne kayıtsız ve umursamaz birisi olamaz. Tam tersine, son derece hassas bir insan olmalısınız. Ve ben, bu niteliğinizi takdir ediyor ve önemsiyorum. Çünkü sizden bu hassasiyetinizi kurban edilen hayvanlara gösterdiğiniz kadar, başka konulara da, mesela inançlı insanların ruh ve anlam dünyasını anlamaya da sarf edeceğinizi umuyor, hatta bekliyorum. Aksi takdirde, herhangi biri kesilen hayvanlara gösterdiğiniz hassasiyetin yapmacık ve sahte olduğuna hükmedebilir.
Şimdi gelelim sorunuza. Hakikaten sizin ve başka pek çok kurban muhalifinin iddia ettiği gibi, kurban kesen inançlı insanlar merhamet yoksunu insanlar mıdır? Kan akıtmaktan ve vahşetten haz mı alırlar? İlkellik ve vahşet, onların iliklerine kadar işlemiş midir?
Bu soruları doğru bir şekilde cevaplandırabilmek için sadece uzaktan bir bakış fırlatmakla yetinemeyeceğimizi herhalde siz de kabul edersiniz. Gelin biraz yakından bakalım şu kurban kesenlere. Kurban kesim anına gidelim. Ne görüyorsunuz? Avcılık toplayıcılık döneminden kalma bir anlayışla insanların hayvana ok ya da mızrak batırmaya çalıştığını mı? Herhalde bunu hiç kimse iddia edemez ve gören yoktur. Yüzlerine dikkat edin bir de. Hayvan kesen insanların yüzlerinde bir intikam duygusu, kan akıtmaya dair güçlü bir arzu, veya başka şeylerden kaynaklanıp hayvana yöneltilmiş bir öfke, veya hayvanın ölecek olmasından dolayı bir haz ifadesi görüyor musunuz ya da gördünüz mü?
Sizi bilmem ama ben pek çok kere kurban kesimine şahit oldum. Ve yukarıda saydığım şeylerin hiçbirine rastlamadım. Genelde tanık olunacak sahne şudur: Kurbanı kesecek olan ve hissedarları, hayvanın etrafında toplanırlar. Yapacakları işin bir ibadet olduğunun bilincinde olarak, tekbir getirirler. Kesimden önce, işin hukukunu sağlamak için hayvana bıçağı vuracak olan kişi hissedarlara “Vekâletinizi veriyor musunuz?” diye sorar. Daha sonra, hayvanın gözlerinin üzerine bir mendil konularak boğazına bıçak vurulur. Bu işlem sırasında, olabildiğince çabuk hareket edilir. Maksat, hayvana eziyet etmemektir. Ve iş bittiğinde, hiçkimsenin yüzünde kan dökmüş olmaktan kaynaklanan bir haz ifadesine veya bir intikam duygusunun tatmin edilmesine dair bir ifadeye rastlanılmaz. Belki görülebilecek olan şey, Allah’ın bir emrini yerine getirmiş olmaktan kaynaklanan kalplerdeki ibadet huzurunun yüzlere yayılmasıdır.
Bu birincisi. Bir de madalyonun öbür yüzü var. Öyle bir iddia ortaya koyuyorsunuz ki, buna göre kurban kesmeyen kişi ve toplumları şiddetten çok uzak olmaları ve aynı zamanda kalplerinin de şefkâtle dolu olması gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda, Amerika’da yaygın biçimde kurban kesilmiyor. Tüm hayvanlar muhtemelen mezbahada kesiliyordur. Yani bu “cinayetler”de Amerikan halkının bir payı yok. Peki, öyleyse neden ABD toplumunda şiddet bu kadar fazla? Gaddarlığın en uç noktası olan seri katil olayları niçin Amerikan toplumunda sıklıkla görülüyor? Haberlerde şahit olduğumuz kolej basma ve öğrencilerin üzerine rastgele ateş açma cüreti ve vahşiliği, Amerikalıların şefkât ve merhametlerini mi yansıtıyor? Öte yandan, Irak’ta insanların bin bir türlü işkence ve eziyetle öldürülmeleri ve Guantanamo’daki insanlık dışı görüntüler, hâlâ hafızalardaki tazeliğini korumuyor mu?
Eğer iddialarınızı bunlar da kesmediyse, size başka bir istatistik bilgisi vereyim. Müslüman toplumlarda özellikle Ramazan ayı ve ondan sonra Kurban Bayramı’na kadar geçen sürede suç işleme oranlarında gözle görülür bir düşüş yaşanıyor. Sizin iddianız doğru olsa, bu dönemde suç işleme oranlarının düşmesi değil, tam aksine yükselmesi gerekmez miydi?
Demek ki, “kurban kesmek” ile “şiddet” arasında sanıldığı gibi birbirini destekler mahiyette bir sebep-sonuç ilişkisi yok. Bu, sizin kendi zihninizde kurduğunuz bir ilişki veya bağ. Yani sorun, sizin bakışınızda. Yorumunuzu hem baştan yapıyor hem de o kadar kesin sayıyorsunuz ki, gerçekte yaşanan olaya bırakın anlamayı, görmek için bile bakmıyorsunuz. Dolayısıyla, önyargıyla dolu düşünceleriniz değişmeden kalıyor.
Anlattıklarınıza katılmıyorum. Ben sizin gibi düşünmüyorum. İnsanların hayvanları öldürmesi, onların daha kolay şiddeti benimsemelerine yol açıyor. Pisagor da benimle aynı fikirde. Bakın ne diyor: “İnsanlar hayvanları öldürüp yedikçe, dünya üzerinde cinayet, kan dökme ve savaşlar kalkmayacaktır.”
Doğrusu, siz beni hiç anlamamışsınız. Söylediklerimin hiçbirini vicdanınızın adalet terazisinde ölçmeden yeni sorular soruyorsunuz. Maalesef bende uyandırdığınız intiba bu.
Pisagor’a gelince, Pisagor’un matematiğine diyeceğim bir şey yok. Ama psikoloji bilgisi konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Pisagor burada matematiğin düz mantığıyla insanı anlamaya çalışmış ve hata etmiş. Ona göre insanlar hayvanları öldürüyor ve bu onların öldürme davranışını pekiştiriyor. Oysa, kurban kesen bir mü’minin akan kanı gördüğünde kalbinde uyanan ilk duygu, “canın değeri”dir. Hele ki insan canı söz konusu olduğunda, bu değer çok daha artar.
Bu yüzdendir ki, kurban kesilen toplumlarda merhametsizliğin uç örnekleri olan hunharlık ya da seri katl gibi olaylar daha önce de ifade ettiğim gibi ya hiç yoktur ya da çok az vuku bulur. Çünkü ölüme tanık olunduğu için hayata saygı gösterilir. Ölümü unutan toplumlar, hayatın değerini de unuturlar. Çünkü sonsuza dek yaşayacaklarını sanmaya başlarlar. Nitekim, ölümü her an hatırlamak için ecdadımızın mezarlıkları şehrin ortasına kurmalarının sebebi de budur. Mezarlık ölüme değil hayata değer katar. Hatırlattığı şey, ahiret ve ahiret sorgusudur.
Burada Pisagor’un kavrayamadığı nokta şu: Bir hayvan sadece yok etme duygusuyla elbette öldürülebilir. Böyle yapıldığında Pisagor haklı olabilir. Ama bir Müslüman kurbanı yok etme duygusuyla değil, “ibadet kastı”yla keser. Zaten bu sebeple kestiği kurbanı sahiplenmez ve 2/3’ünü yakın akrabalarıyla beraber fakirlere dağıtır. Bu açıdan baktığımızda, görünüşte aynı olan bir davranışın farklı niyetlerle yapıldığı, dolayısıyla farklı sonuçlar ortaya çıkaracağını görmek gerekiyor. Bunun için de, görüntülerin ve şekillerin ötesinde, psikolojilere inmek ve değerlendirmelerimizi ona göre yapmamız lazım. Unutmayın ki, göze inmiş akıl kördür, sağlıklı bir değerlendirme yapamaz.
Siz beni anlamadınız. Ben bir hayvansever olarak sadece kurban kesenlere değil, bütün hayvan çiftliklerine, hatta bazı kişilerin hayvanları evlerinde yapay hayat tarzına zorlamalarına da karşı çıkıyorum. Bu düşüncemin temelinde ise, türler arasındaki hiyerarşiyi reddetmem yatıyor.
Bu sorunuzla tartışmayı çok farklı bir düzleme, farklı bir mecraya taşımış oldunuz. Ama yine de sorunuza cevap vermeye çalışacağım. Öyle görünüyor ki, sizi söylettiren saik “adalet ve eşitlik” prensipleridir. Siz hayvanlara haksızlık yapılmasın istiyorsunuz. Doğrusu buna ben de canı gönülden katılıyorum. Fakat ayrıldığımız bazı noktalar var.
Zannederim sizinle ben, “hiyerarşi” konusunda farklılaşıyoruz. Siz her türlü ilişkinin otomatikman ezen-ezilen ilişkisine dönüşeceğini varsayıyorsunuz. Üstte olanın gücünü kendi arzusuna göre altta olana dayatacağını kabul ediyorsunuz.
Ben ise, hiyerarşinin illâ böyle bir neticeye varmayacağını düşünüyorum. Söz gelimi, benim inandığım İslâm dini, türler arasında hiyerarşiyi kabul ediyor. Hatta insanlar arasında bile hiyerarşi var diyor. Peygamberlerin mü’minlere, mü’minlerin kafirlere olan üstünlüğü gibi.
Fakat ne peygamber diğer müslümanlara, ne de müslümanlar kafirlere ya da münafıklara zulüm yapma hakkına sahip değildirler. Aynı şekilde, iman sahibi bir kişi, hayvanlara da zulüm yapamaz. Onlara taşıyabileceklerinden ağır yük yükleyemez. Bu hiyerarşik düzende öyle ilke ve prensipler vardır ki, üstte olmak bu ilke ve prensiplere karşı lakayt olmayı değil, tam aksine daha fazla sorumlu olmayı gerektirmektedir.
Peki, hiyerarşi anlayışımızdaki bu fark nereden kaynaklanıyor? Tabii ki, Rab inancından! Çünkü bizim itikadımıza göre hiyerarşinin en tepesinde O var. O adil ve merhametli olduğu için, insanlara da böyle davranmalarını emrediyor.
Ama siz buna inanmadığınız için “soyut bir eşitlik” fikrine saplanıyorsunuz. Fakat bunu da gerçekleştiremiyorsunuz ve gerçekleştiremezsiniz. Çünkü sözünü ettiğiniz “eşitlik” de, ancak ve ancak Rab inancıyla bağlantılı olarak gerçekleştirilebilir. Varlıklar, ancak “yaratılmışlık ortak paydası”nde eşitlik ikliminin huzur verici havasını soluyabilirler. Aksi halde, güçlünün zayıf karşısında nefsini azdırma antrenmanları yaptığı karanlık ve karışık bir dünyadan başkası ele geçmez.
Yanlış anlamadıysam, kurban kesen insanların aslında hayvanlara eziyet etmekten kaçındığını söylüyorsun. Ben ise onları öldürdüğünüzü söylüyorum. Öldürmekten daha büyük bir eziyet mi olur?
İşte asıl mesele de burada düğümleniyor. Sizin şuurunuzu, ruhunuzu inciten asıl unsur, ölüm ve ölüme şahit olmak.
Derdiniz gerçekten hayvanlarsa, onlar için bu kadar üzülmenize gerek yok. Çünkü hayvanlar insanlar gibi olmadıklarından, geçmiş ve gelecek endişeleri taşımazlar. Bu yüzden de, ölüm anında hissetmeye çalıştıkları acının ötesinde ölüm onlar için “doğal bir olay”dır.
Ama siz ölüme şahit olduğunuzda, kendi ölümünüzü de hatırlayarak, büyük bir ruhî acı çekiyorsunuz. Âdeta, dünya dolusu dehşet ve hadsiz ölümlerin elemleri başınıza yağıyor. Kalbiniz yanıyor, aklınız gamlar içinde boğuluyor.
Bana göre, karşımızda duran problemin adı, hayvanların öldürülmesi veya onların eziyet görmesi değil, sizin ölümle kurduğunuz sorunlu ilişki biçimidir.
Bu sorunlu ilişki yüzünden ve ölümü yokluk kabul ettiğinizden, bir yandan hayvanların ölmeyeceğini varsayıyor, öte yandan ölümü yok saymaya çalışıyorsunuz. Oysa, “Her canlı ölümü tadıcıdır.” O hayvanlar da, biz de tek tek öleceğiz.
Ve inanın, kurban edilen hayvanlar, kurban edilmeyenlere göre çok daha anlamlı bir ölümle şu dünyadan ayrılıyorlar.