“Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan henienlekum sadasını işiteceksiniz...”(münazarat)
“Mazi kıt’asına” geçmek için yola koyulmuştuk.
Evet, bizler ”cennet asa” baharı yaşıyorduk.
Karanlık dehlizleri geride bırakmıştık.
Başımızı kaldırmış "sadakte" demek için gidiyorduk.
300 seneyi geride bırakmış "yüksek asra" tırmanmaya başlamıştık.
Artık o "sadayı" işitme zamanı gelmişti.
Bu bir vasiyetti bu vasiyeti yerine getirmek için bir gece ansızın Van kalesine doğru süzüldük.
*
Kendimi bildim bileli bu vasiyet kulaklarımda çınlar durur.
Uzun kış gecelerinin çoğunda Horhor Medresesinin fıtri sesi bana ninni olmuştu.
Hep içten içe can atardım; “mazi derelerinden yüksek istikbale telsiz telefonla” konuştuğu ‘nesil’e ben de dahil olabilir miydim?
İçimdeki hasret özlemle katmerleşmiş ruhumda mahcubiyete dönüşüyordu.
Bu sadaya ve bu müjdeye layık olur muyum diye...
En nihayet gidiyordum işte.
Bir Haziran akşamı üç kafadarla yola koyulduk.
Mehmet Kaygusuz, Mustafa Keklik ve ben.
Yol boyu garip düşünceler cenderesinde yuvarlanıp gittim.
Yıllardır sütünü emdiğim ve havasını teneffüs ettiğim Nur davasının derinliğine indiğimi his ediyordum.
Davalar mı mekânları büyütür mekânlar mı davaları büyütür?
Bu soruyu hep düşünür dururdum.
Resulullah (asm) İslamiyet güneşiyle birlikte neden başka bir yerde değil de Mekke'de doğmuştu?
Hz. Adem'le Hz. Havva anamız neden Mekke'de buluşmuştu?
Hz. Musa neden "Tur Dağı" ile anılıyordu?
İlk vahiy neden Hira'da inmişti?
Neden Bediüzzaman; "ben Mekke'de de olsaydım yine de Anadolu’ya gelirdim" demişti...
Evet, sorular... Mekânlar... Şahıslar...
Ve gecenin karanlığına saplanan yolculuğumuz.
Hedef Van ve Erek dağı...
Ve hedef Horhor Medresesi ve duyacağımız sada...
"Heni enleküm"... (ne mutlu size)
Biz mutlu muyduk?
Bu sorunun cevabını yarın Horhor medresesinin harabeleri arasında bulacaktık.
Mustafa Keklik direksiyon sallarken Mehmet Kaygusuz’la sohbet ediyorlardı.
Ben de sözde arkada uzanmış yatıyordum...
Ne mümkün yatmak...
Yoğun düşünceler garip ürpertiler...
Ve Bediüzaman'ı anlama liyakati...
"Şu kitabın mesaili, hakîkat olarak sizde tahakkuk edecektir."
Ben buna layık mıyım?
*
Hayalimde Erek canlanıyordu.
Bediüzzaman mı Erek’i büyütmüş yoksa Erek mi Bediüzzaman'ı...
Bediüzzaman 16 senesini Erek’e yaslanarak yaşamıştı.
Van'a yaklaştığımızda, Van gölü kıyısının dolambaçlı yollarında yaklaşık bir saat yol almıştık.
Karanlık olduğu için etrafı görmüyordum.
Sadece zaman zaman çeşitli ışık huzmelerinden oluşan yakamozlar görüyordum.
Her ne kadar karanlıktan dolayı etrafı seyredemiyor idiysem de çok güzel yerler olduğunu his ediyordum.
Şafak atarken Van’a giriyorduk.
Van'a girişimizi bir tevafukla başlamıştı. Ve bu tevafuk bana ilaç gibi gelmişti.
Sabahın üç buçuğunda in-cin etrafta top oynarken eğer yolunuzu kaybetmiş ve karşınıza çıkan ilk insana yolu sorduğunuzda bu insan ağabeylerden birisiyse iyi yoldasınız demektir.
O saatte Van'ın sokaklarında sadece bir insana rastladık o da İsmail Babat ağabey çıkmıştı.
Haza min fadli rabbi...
Abimiz bizi kendi eliyle dershaneye teslim ediyor.
Sabah namazına müteakip bir kaç saatlik uyku ve Van’a has muhteşem bir kahvaltıdan sonra Şahabettin abiye doğru gidiyoruz.
Şahabettin ağabeyi çok duymuştum. Tam bir nurcu mimarıydı. Onun elinin altında geçen birçok nur talebesi görmüştüm. Hepsi sarsılmaz bir itikada sahipti. Hakikaten böyle bir mimarı görmeyi çok arzu ediyordum.
Onu görüp kucaklaştığımda umduğumdan da genç görmüştüm.
Derken bir bir Van eşrafıyla tanışıyorduk.
Van eşrafını tanıdıkça Şahabettin ağabeyin mimarlığının aslında Van eşrafıyla bir bütünsellik içerisinde onun şahsında tecelli ettiğini gördüm. Şark insanının cömertliği nurculukla birleşmiş farklı bir kıvamda sosyal hayata yansıyordu. Ve bu süzgeçten geçen insanlar gerçekten güçlü bir kişilik kazanacakları belliydi.
İlk büyük şoku İsmet ağabey yaşatmıştı.
İntiharın eşiğinde eline geçen Küçük Sözler’i okuyuş anını gözlerimiz yaşlı dinledik adeta o anı hep birlikte yaşamıştık.
Bence ibret dolu bir hatıraydı.
Hayatında ilk defa risaleyi eline alan bir insan üç saat aralıksız ayakta anlayarak okuyabiliyorsa ve okuduğunu bütün ruhuna nüfus ettirebiliyorsa,"biz risaleyi anlamıyoruz" diyenlerin (bilhassa üniversite mezunlarının) kulakları çınlasın.
Derken İzzet ağabey ve Ata Hoca...
Van kalasının burçları tamamlanıyordu.
Zamanımız dardı. Bir günde Üstadın yaşadığı mekânları bir bir gezmek zorundaydık.
Bize İzzet ağabey ile Ata Hoca eşlik edeceğini söylediler.
Hemen yola çıktık.
İzzet ağabey ve Ata Hoca canlı birer sinema arşivi gibiydiler. Yol boyu hatıra anlattılar.
Onların yanında kendimi cüce gibi hissediyordum. Bu devler benim gibi bir cücenin peşine takılmış akşama kadar yol gösteriyorlardı.
Bunu yaparlarken de içlerindeki coşku beni de coşturuyor, dava adamı olmanın asaletini yeni yeni öğreniyordum.
Her neyse İlk durak Erek’ti...
Erek'te garip bir duygu beni sarmıştı.
Her ne hikmetse kendimi Mekke'de gibi hissetmiştim.
Bediüzzaman'ın niçin burayı sevdiğini az da olsa anlamaya çalışıyordum.
İnsan kendisini burada Resulullah'a (asm) çok daha yakın hissediyor.
Maddi ve manevi berrak bir atmosfer vardı.
Ata Hoca Celcelutiye’den bir-iki parça okuyup Bediüzzaman’ın Erek’teki bir-iki hatırasını anlatınca gündüzün ortasında içimizi bir ürperti sarmıştı.
Bence buradaki duygular anlatılmaz ancak yaşanır.
Bu mekânda canımı sıkan tek şey, Zernabat suyunun borulara alınıp gizlenmesiydi.
Oysa Zernabat’tan çok şeylerin fısıltısını duyabilirdim.
Son kez etrafı tekrar duygusal gözlerimle kolaçan ettikten sonra aşağı inişe geçtik.
Buralar bir zamanlar Bediüzzaman’ın şahin gibi uçuştuğu yerlerdi.
Buralarda talebeleriyle nice şakalar yapmış nice ciddi meseleler anlatmıştı.
O anlar kulaklarımda çınlaya çınlaya aşağı indik.
Şimdide Çoranavis köyünde Bediüzzaman’ın camisinde öğle namazı kılıyorduk.
Bir an Üstad ön safta namaz kılıyor diye bir hayal kurdum.
İşte tam önümdeydi.
Garip kıyafetini bir türlü hayal edemedim ama cübbesi ve sarığıyla önümde "tahiyyat"a oturmuştu.
Birden içimi bir titreme sarınca hayali yarıda kestim. Kendi namazımı bitirmeye çalıştım.
Namazdan sonra Ata Hoca ve İzzet ağabeyin anlattığı hatıralar bizi gerçekten o zamanlara götürmüştü.
Üstadı yanı başımızda hissediyorduk.
Hele Ali Çavuşla yaşadığı bir olay vardı ki hakikaten insanın içini gıcırdatıyordu.
Camiden çıktıktan sonra az ilerdeki Üstadın talebelerinin yattığı mezarlığa gittik orada yatan ağabeylere de birer Fatiha okuduktan sonra Van’a dönüş başlamıştı.
Benim için en büyük an Horhor medresesindeki duyacağımız sada olacaktı, sabırsızlıkla o anı bekliyordum.
Zira o vasiyet için gelmiştik.