Bence insanın bütün hataları fıtratında olanı inkarıyla başlar. Daha altı yaşında bir çocuğun, yaptığı bir hataya karşılık annesinden işittiği ihtara tepki olarak; “Ben çocuk değilim!” diye bağırması; aslında kendisini algılamada yaşadığı bir sorunu ortaya koyuyor. Hatasını çocukluğuna verip kurtulmak varken onun mirasını omuzlarına yükleniyor; tıpkı Bediüzzaman’ın gemi, yük ve onu omuzlarında taşıyan adam örneklemesinde olduğu gibi... Adam, yükünü gemiye bırakarak rahatlayabilme fırsatına sahipken bir türlü yükünden ve zahmetinden vazgeçmek istemiyor. Çevresindekilerin uyarılarıyla ancak ancak bunu başarıyor. (Bu cümlede tashih yok. Tekrar kastî idi.)
İşte bizim misalimiz de tıpkı böyle. Fıtratımızda derc olmuş ham yanları kabul etmediğimizden yükümüzü gemiye bir türlü bırakamıyor, omuzlarımızda kalmasıyla zahmetler çekiyoruz. Vazgeçemiyoruz, hem vazgeçirmiyoruz.
En basit misallerinden birisi: Geçen gün bir arkadaşıma şöyle takıldım; “Duydun mu? Senin için çok cahil diyorlar” “Kim onu diyen?” diye kaşlarını çatarak tepki gösterdi. Herhalde herhangi birisinin ismini söylesem gidip onun gırtlağına çökecekti. Dedim: “Cenab-ı Hak öyle diyor. Kur’an’da geçmiyor mu: ‘İnsan çok zalim ve çok cahildir’ diye...” Bu cümlemi işittikten sonra öfkesi tebessüme, şiddeti merhamete dönüştü. “O diyorsa doğrudur” dedi. Evet, amenna... O ne diyorsa doğrudur tabii ve doğruydu tabii... Fakat şöyle bir nüans vardı arkadaşımın bu cümleleri arasında sanki; “Bu, ancak O (c.c.) söylerken doğrudur.” Sanki arkadaşım, bu ince manayı da saklıyordu kalbinde.
Bu yönüyle, devletin yürürlüğe koyup da bir türlü işletemediği (zaten buna imkan ve gerek de yoktu) laiklik ilkesini, biz kendi dünyamızda işletmeyi başarmış gibiyiz. Namaz kılarken dindar, Kur’an okurken dinleyici, oruç tutarken kontrollü olabiliyoruz. Fakat bunlar sonlanır sonlanmaz sanki manaları da sonlanmalıymış, son bulmalıymış gibi yitiriveriyoruz sırlarını... Vahyi zaman aralıklarına hapsediyoruz.
Halbuki Allah; “İnsan çok zalim ve çok cahildir” dediği zaman bu, bence bütün hayatımız için geçerlidir. Hem istisnasız, hepimiz için geçerlidir. Ailesine anlamsız sertlikler gösteren ve cahilane tavırlar sergileyen bir baba, o babaya işyerinde aynısını yapan patron, o patrona benzeri sıkıntılar çektiren müşteri, o müşteriye gereksiz yüklenen herhangi bir memur ve saire... Hepimiz ama hepimiz birbirimize karşı cahilane ve zalimane tavırlar içerisindeyiz.
Düşünün ki; evinde yüzü gülmeyen, despotluğun en âlâsını sergileyen bir erkek; sokakta herhangi bir bayan adres sorduğunda kibarların en kibarına dönüşebiliyor. Yahut evdekilerin yardım taleplerine hep olmazla cevap veren bir başka aile ferdi, dışarıdan birisinin yardım talebine büyük bir içtenlikle koşabiliyor. (Veya tam tersi...) Bu yönüyle düşünüldüğünde hepimiz zalim ve cahil değil miyiz? Hatta özellikle cahil, sonra da bundan tevellüt eden zalim; evet o, biz değil miyiz?
Mesleğinde en ileri boyutta ve en bilgili olanımız bile nihayetinde kendisiyle ilgili olmayan alanlarda cahildir. (Bediüzzaman’ın ehl-i ihtisasın kendi alanında söz söylerken daha üst olduğunu belirttiği kısmı hatırlayalım.) Haydi başka konularda da bilgili olsun; fakat nazarı bir an kısırlaşabilir, o anda ve o anlık cahilleşebilir. Gözündeki ak kılı, hilal sanabilir. Hal böyleyken neden Allah’ın “var” dediği, “öylesin” dediği bir fıtrat özelliğimizin yaşarken inkarına kalkışalım?
Evet, biz çok zalim ve çok cahiliz. Bunu inkar ettiğimiz zamanlarda kem özelliklerimiz eksilmiyor, katmerleniyor. Onun inkar ile katmerlenmesine müsaade etmek yerine; “Evet, ben bir çocuğum” deyip kabullensek, özür dilesek, yükü gemiye bıraksak daha iyi değil mi? Daha mantıklı değil mi? Hem kendimize karşı da daha dikkatli olalım: Bir kere fıtratımızı inkara başladık mı, bu inkarın nereye kadar varacağını, bu çalıntı maldan daha kimlere pay dağıtacağımızı ancak Allah bilir.