“Türkiye’nin bugün demokrasiyle elde etmiş olduğu standartları bundan 10, 20, 30 yıl önce elde etmiş olsaydık, Türkiye bugün nerelerde, hangi seviyelerde olurdu, bunun hesabını yaptık mı, kendimize bu soruyu sorduk mu? Demokrasinin üzerindeki vesayet tartışmaları, AK Parti ile birlikte değil de çok daha öncesinde sona erseydi, bugün demokrasimiz hangi seviyelerde olurdu? Türkiye, çetelerle, mafyayla, karanlık örgütlerle mücadelesini ertelemesiydi, faili meçhullerin üzerine örtmeseydi, hukuk ve demokrasiyi tüm kurum ve kurullarıyla işletseydi acaba bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olacaktık? Türkiye geçmişte içine kapanmasaydı, etrafına sanal duvarlar örmeseydi, aktif dış politika izleseydi, bölgesel ve küresel meselelerde daha güçlü roller üstlenseydi bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk? işte biz bu soruları kendimize sorduk, soruyoruz ve soracağız. Biz kendimizi bu soruları sorma zorunluluğunda hissediyoruz. Ama aynı şekilde gelecek nesillerin bu soruları sormaması için elimizden geleni yapıyoruz.
Biz artık şu soruyu da soruyoruz, hem de yüksek sesle, gür sesle; eğer Türkiye enerjisini, bütçesini, kazanımlarını, bütün bunların ötesinde huzurunu, refahını, gencecik fidan gibi delikanlılarını teröre kurban etmeseydi, Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine ayyıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi bugün nerede olurdu?
Eğer sorun daha ortaya çıkarken fark edilip gerekli tedbirler alınabilseydi, eğe mesele büyümeden çözüme kavuşturulsaydı on binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan ve yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı bugün Türkiye nerede olurdu? Bu soruları çoğaltarak sormanızı istiyorum. Milletçe sormamızı istiyorum. Aziz milletimizin bu soruları sormasını, bu meseleyi objektif şekilde enine boyuna sorgulamasın özellikle rica ediyorum. Ne oldu, nerede yanlış yapıldı? Nerede yanlış politikalar uygulandı, nerede yanlış tavırlar sergilendi? Bizim binlerce yıllık dostluğumuzun, akrabalığımızın, kardeşliğimizin kopacağına, çökeceğine, çürüyüp, bozulabileceğine kim nasıl inanma cüretini gösterdi de aramıza nifak tohumları ekme gayretine girdi? Bu iş bu kadar kolay mı? Binlerce yıldır bir arada yaşayan, kız alıp kız veren, birbirine akraba olan, birbirine kardeş olan, et ile tırnak haline gelen Türküyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Boşnak’ıyla, Gürcüsüyle birbirinden ayırmak, birbirine düşman eylemek mümkün müdür, muhtemel midir?
Türkiye’nin zenginliği olarak gördüğümüz tüm farklılıklarını birbirinden ayırmak, birbirine rakip ve düşman göstermek kimin haddinedir? Selahattin Eyyubi’nin sancağı altında Kudüs’ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik? Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim’in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik? Yemen’de, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Kutülamare’de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit ve gazi olan biz değil miydik? Kurtuluş Savaşı’nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miydik, Cumhuriyeti kuran ve ortak değerler etrafında yücelten bizler değil miydik?
İstiklal Marşı’nı dinlerken hepimiz yüreği kabarmıyor mu? Yemen Türküsü’nü dinlerken hepimizin gözleri yaşarmıyor mu? Fuzuli’nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap ediyorsa, Ahmedi Hani’nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu? Neşat Ertaş, ’Gönül Dağı’ dediği zaman her birimizin tüyleri ürperiyor. Aynı zaman Şivan Perver, ’Halepçe’, ’Hazal’ dediğinde gönül dünyamızın derinliklerine dalıyoruz. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşı Veli, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal bu toprakların mayasını yoğururken Cudi’nin, Munzur’un eteklerinde dolaşan dengbejler(alet kullanmadan türkü, destan söyleyen) de aynı topraklara, aynı kardeşlik mayasını atıyor. Horon bizim horonumuz, zeybek bizim zeybeğimiz, halay bizim halayımız, zılgıt bizim zılgıtımız, bizi birbirinden ayırmak kimin haddine? Bizim kardeşliğimize kastetmek kimin haddine? Bizi birbirimize düşürmek, düşman eylemek kimin haddine? Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarını birbirine ayrı gayrı görmek, kimin haddine? Bu ülkede, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik kökendeki insan, Türk’üyle, Laz’ıyla, Kürt’üyle, Çerkez’iyle, Gürcü’sü ile bizim kardeşimizdir. Buna kimse gölge düşüremez.”
Yukarıdaki sözler Başbakan’ın 10 Ağustos’taki grup toplantısından.
Söylemekte geç kalınmış sözler olmakla beraber katılmamak mümkün değil.
Sakin kafayla bir kez daha okumakta fayda var.
Cevabı belli bir çok soru ve on ikiden vurulmuş tespitlerle dolu tarihi bir konuşma.
Kucaklayıcı bir tarzda ve buram buram birlik beraberlik kokuyor.
Bülent Arınç başta olmak üzere salondakiler gözyaşlarını tutamıyorlar. Kameralar onların üzerinde yoğunlaşıyor.
Son 25 yılda Türkiye’nin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde nice annelerin, çalan her telefonda yüreklerinin ağzına geldiğini ifade ederek, şunları söyledi Başbakan:
’Elleri telefona uzanırken, hasret gidermekle şahadet haberini almak arasındaki derin uçurumda kalmıştır. Bunu gittim bir evde yaşadım. ’Oğlum dün beri aradı. Anne ben şu anda bir yola çıktık, gidiyoruz. Dua et, ama şahadeti de özlüyorum 24 saat sonra oğlumun haberini aldım...’ Tabii, göğsündeki cebinden çıkmış olan emanetleri, bana gösterdiklerinde de benim de dünyam sarsıldı. Hangi annenin yüreği dayanır buna? Hangi annenin kalbi bu açıyı taşır. ’Büyüttüm, besledim asker eyledim, gitti de gelmedi yavrum, buna ne çare...’ diyerek ağıtlar yakan bir anneyi, hangi etkileyici söz teselli edecektir.’’
İşte o anda daha önce bir TV kanalında içim burkularak izlediğim bir annenin feryadını hatırladım:
— Karnımdaki çocuk mu teröristti, ahırdaki keçi mi?
“Annenin ideolojisi yoktur, annenin siyaseti yoktur, sağcılığı, solculuğu yoktur’’ diye devam eden Başbakan asıl önemli noktayı sona saklıyor:
“Oğlu her ne sebeple hayatını kaybetmiş olursa olsun, Yozgat’taki anne ile Hakkâri’deki anne, oğullarının başında aynı duayı ediyorsa, evladı için Yasin ve Fatiha okuyorsa, cemaat aynı kıbleye dönüyorsa, burada çok ciddi bir yanlış olduğu ortadadır.”
Biliyorum biraz uzunca bir alıntı oldu ama aklı, vicdanı, imanı olan her hangi bir kimse hangi cümlesine itiraz edebilir ki? Hükümet önemli bir gayret içinde görünüyor.
Çeyrek asırdır akan, akmaya devam eden kanı dindirmek istiyor, bunu için gerekirse siyasi bedel ödemeyi göze aldığını ifade ediyor.
Evi yanan insan gibi söndürmeye çalışıyor ve konu komşudan yardım istiyor.
Muhalefet malum “istemezükçü” tavrını sürdürüyor ve insanın aklına olmadık şeyler geliyor. İki muhalefet partisi bu konuyu oturup konuşmak dahi istemiyor. Bunu da bütün kapıları kapatarak sergiliyor.
Mevcut durumdan memnun olanın haline benziyor halleri.
Hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyor iki kafadar. Hatta bu sürece dâhil olanı “vatana ihanet’le sulamaya vardırıyorlar işi.
Hiç bir planları yok.
Zaten onlara göre bir mesele, bir problem de yok!
Gönül isterdi ki bu sürece herkes dâhil olsun.
Malumdur ki ki “Görmek istemeyen kadar kör, hiç kimse yoktur.”
Hep “devlet baba” deriz de içini doldurmayız.
Bir babanın çocuklarının ihtiyaçlarını temin etmesinin, hasta olurlarsa tedavi ettirebilmesinin iki yolu vardır.
Birincisi de çalışır, kazanır. Onların her türlü ihtiyacını karşılar.
Diğeri ise öldürür. Her türlü zahmetten kurtulur.
Buyurun cenaze namazına…