Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar(21)
Kâinatı oluşturan kalabalıklar içinde olmayı kim istemez? Kim istemez bir cümbüşün ve bir şenliğin içinde olmayı? Elbette her varlık bir anlam ifade eder. Hal lisanıyla söylenen bu hakikat kozmosun büyük korosuna dönüşür. Böylesi canlı bir hayatın içinde olmak herkesin amacı değilse yaşamanın ne anlamı var?
Muhteşem bir manzaranın tam ortasında olan bir insan ilk bakışta sessizlik içinde olduğunu sanır. Biraz düşünse ve çevresinde olan varlıkların oluş serüvenlerine azıcık yoğunlaşsa kulağıyla duymasa da her varlığın çıkardığı sesleri hayalen işitebilir ve seslerin sunduğu derin anlam içinde mest olabilir. Kur’an bu bakış açısını bundan bin beş yüz sene önce ruhlara kazımıştır. Kimsenin olmadığı bir yerde bile mümin bu ses ve anlam cümbüşünden asla mahrum kalmaz.
Kur’an تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا yani “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp tesbih etmesin. Lakin siz onların teşbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halim’dir, ceza vermede acele etmez. Gafur’dur; günahları çokça bağışlar.”[1] ayetiyle, bunu en anlamlı bir şekilde dikkatlere verir; kimsenin bu kalabalıklardan mahrum olmadığını, düşünenin büyük bir koronun üyesi olduğunu ve özellikle müminin varoluşsal bir yalnızlığı asla yaşamadığını net bir şekilde ilan eder.
Bediüzzaman, “Ayetü’l-Kübra” risalesinde muhteşem bir kurgu içinde kâinattaki belli başlı varlıkları konuştururken bir gezginin ne denli canlı bir atmosferin içinde ilginç gözlemlere şahit olduğunu gözler önüne serer. Gezgin, sorduğu her soruya aşağı yukarı tevhidin aynı cevabını alır. Tevhit ve vahdaniyetin konuşan delilleri içinde kendini bulur. Her varlık kendi özel lisanıyla konuşur. Konuştuğu da hep hakikattir. El ele verdikleri için büyük birlik oluşturdukları gibi büyük bir koroyu da seslendirirler. Bu koroyu duymayan hayatının anlamını anlayamaz ve koca bir ömrü bad-ı heva/boşu boşuna geçirir.
Bediüzzaman, ayetin “tüsebbihu”dan hareket ederek, ateş parçası olan yıldızlarıyla gökyüzünün ve içindeki perişan sanılan görüntüleriyle dolu olan yeryüzünün adeta kocaman bir ağız[2] olarak zikrettiklerinin tasvirini yaparak inanan her insanın her varlıkta işittiği bu seslerin korosuna katılabileceği intibaını verir. Artık insan, kendi cinsinin olmadığı bir ortamda bile yalnız değildir. Deniz, kara parçası, dağ, nehir, orman, ağaç, çiçek ve meyve birer küçük ağız olmak üzere küçük dilleriyle kendilerini varlık âlemine getiren Allah’ı tesbih ederler. Rüzgârın uğultusu, yaprakların hışıltısı ve suların çağıltısı zikrin en anlamlı müzikal sedasıdır. Ülfet perdesi altında bakan insan tabiatın bu canlılık ve cümbüşünü göremez.
سَبَّحَ/tesbih etti , تُسَبِّحُ/tesbih eder sesleriyle Kur’an ta bin beş yüz sene önce ölmüş ve yatmış olarak sanılan tabiatı diriltiyor, uyandırıyor ve zikirlerini tek Allah’ın dışında hiç kimsenin müdahale etmediğine inanan herkese işittiriyor. Bediüzzaman, bu kelimelerle başlayan ayetleri Kur’an’ın manasının harika belâgatı olarak görür.[3] Yalnızca bir تُسَبِّحُ ile bütün kâinatın canlanması, seyircilere bir bayram havasını yaşatması ve bunun sonucu olarak vahşetin ortadan kalkması anlamın ve anlamlandırmanın en yüksek derecesidir.
Kâinatın hiçbir tarafında vahşet yok. Vahşet insanın bakış açısından kaynaklanmaktadır. Her varlık kendi lisanıyla yaratıcısına karşı olan görevini yerine getirerek bir bayram havasını meydana getirmektedir. Bu bakış açısına sahip bir mümin, çiçeklerin renk ve kokularıyla, uçan kuş ve kelebekleriyle tam ortasında oturduğu bahçede yalnız olmadığı gibi büyük kalabalıkların içinde olduğunu hissetmemesi mümkün değil ve onların her biriyle tatlı sohbete girişebilir, onların zikirlerine kulak verebilir. Bütün bunların sonucunda oradaki izlenimleriyle hayata bir başka anlam yükleyerek en derin şükre erebilir.
Bediüzzaman, daha yakından bu anlamlı zikir ve teşbihe şahit olmasını ister gibi muhatabına “Gel!” diyerek şöyle seslenir: “Şimdi bir ağaca dikkatle bak! İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesimin esmesiyle oynaması içindeki latif ağzını gör!”[4]
Ayette وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ parçası, her şeyin Allah’ı övüp tesbih ettiğini ilan etmekle hiçbir varlığın gelişi güzel vücuda gelmediğine ve onların olma süreçlerine hiç kimsenin müdahale etmediğine vurgu yapar. Her varlık tesbihinin gereği olarak bir görev yerine getirmektedir. Başıboş ne var ki! O halde mümin, kendini yalnız hissedemez; diyaloga geçeceği sayısız obje ve nesneler vardır. Mümin, ibadet ve tevhit ortak noktasında çevresindekilerle birlik içindedir.
Tabiat her an bir bayramı yaşamaktadır. Orada ne gam ne keder vardır. Sürekli yaydıkları insanın içini hoş eden dalgalardır. Çiçek selam verir, yaprak işmar eder, rüzgâr rahmetin habercisidir, yıldız göz kırpar, güneş bol ışığıyla “merhaba” der, ay karanlığa rağmen ışığın umudu olur ve deniz yakamozlarıyla sevgi haleleri yayar. Nereye bakarsa baksın insanın güleç bir sima ile karşılaşmaması mümkün değil.
Ama gel gör ki insan ha bire somurtmaya ısrar etmektedir. Dış dünyayı kendine cehennem yapan iç dünyasıdır. Oysa dış dünyadakinden daha çok iç dünyasında ayetler var. Biraz olsun oraya eğilse ve üzerinde biraz yoğunlaşsa dış dünyanın gülen varlıklarına karşı cevap verecek sayısız ipuçları görecektir. İç dünya arındırılmadan dış dünyanın gülmesini sürekli hale getirmek uzak bir ihtimal.
[1] Kur’an; İsra: 44
[2] Nursî, Bediüzzaman Said, On Üçüncü Söz, erisale.com
[3] Nursî, Bediüzzaman Said, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, erisale.com
[4] Nursî, Bediüzzaman Said, Otuz Üçüncü Söz, On Dokuzuncu Pencere, erisale.com